30.12.11

ode to my family


anne-baba-abi-abla ile edilen yerli veya yersiz kavgaların ardından (haklı olunsa dahi) insanın tüm hücrelerine sirayet eden huzursuzluğun, umutsuzluğun, üzgünlüğün, bezginliğin, yılgınlığın fon müziğidir bu şarkı. kimi zaman kilometrelerce uzaktaki bir yurt penceresinin pervazına dayanılarak tütün mamülü tüketirken zihnin kendiliğinden fade-in yaparak söylemeye başladığıdır. kimi zaman memleketin bilmem neresinde, sinekli bakkalı andıran ve aslında sinek avlayan bir dinlenme tesisinde hava almaya çıkıldığında mırıldanılandır. bu, kimi zaman teknolojinin getirdiği tüm imkanlardan faydalanılan dünyanın bir ucundaki devasa bir uluslararası havaalanı da olabilir pekala. pekala anne-baba-abi-abla'nın odalarının hemen bitişiğindeki 10 metrekarelik hücre olabilir. pekala ana kucağı, baba ocağı olabilir bu şarkının tesirini katlayan. ve tabii arefelerde düzenli olarak, arafta kalındığında zaman farkı gözetmeksizin ziyaret edilen son durak da olabilir. olmaması için kaç tane sebep sunabilirsin? nereye kadar yahut?

''doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo...''

28.12.11

ayı soğuğu

ankara dışından gelip de ankara için ortalama sayılabilecek bir kasım ya da mart soğuğuna ''aaabi ankara'nın ayazı meşhur yaaa'' diyen üniversitesi öğrencisinin veya 10 derecenin altındaki her soğukluğu, hayatının en soğuk dönemi olarak değerlendiren menopoz teyzelerin sözlerini bir kenara bırakırsak özellikle son birkaç haftadır ankara'da, ayı soğuğu hüküm sürüyor. evet, buna ayı soğuğu diyorum. neden ayı ibaresini kullanıyorum, şunun için kullanıyorum. bu soğukta, dışarıda ancak babası ölen adam gezer. arkasından polis kovalayan müebbet hükümlüsü dışarıdadır tam şu an. kulakları kurutan, elleri işlemez hale getiren bu soğuklukta, başka bir vakit halledilse de olacak işler peşinde gezen adama, dükkan dükkan iphone 4 fiyatı araştıran adama ayı denir benim lügatimde.

bir de parantez açmak istiyorum hanım kızlarımız için. görüyorum ki etek giyiyorsunuz ve tül çorapla tamamlıyorsunuz eteğinizi. insanlar arasında acı-soğuk-sıcak eşikleri farklı olabilir; lakin gene de nasıl bu kadar dayanıklı olunabilir anlamaktan acizim. hoş, beş dakika bir yere oturulduğu zaman tuvaletin kapısını defalarca aşındırıyorsunuz. sıkı giyinin, sistit olursunuz vallaha.

25.12.11

ekmek şarap sen ve ben


mazlum çimen'in ''ekmek şarap sen ve ben'' diye bir şarkısı olduğunu biliyordum. bazen dilime dolanırdı bu dörtlü. hiç fena bir dörtlü değil ha ne dersiniz? neyse, geçenlerde şarkıyı baştan sona tekrar dinleyip sözlerin kime ait olduğuna baktığımda çok şaşırdım. çöpçüler kralı'nda apti'nin hem sabık hem müstakbel kayınbabası çıktı bu enfes şiirin sahibi. ihsan yüce'den bahsediyorum. eşek sudan gelene kadar düşünsem aklıma gelmezdi. gece dörtte dördüncü rüyamı görmüyorsam aklıma gelir bu sarımsak kokulu şiir.

***

ekmek şarap sen ve ben

bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir çocukla yattığını
aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını

kıskandım gogen’i tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
doğan güneşe,
gogen’e,
kadere,
sana ve bana,
bir de gittiğin arabanın tekerine

ne diyordum arkadaş….
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini

sırayla olurum fatih, selim, kanuni
bazen kadın hamamında tellak….
bazen christoph colomb
napolyon'ken düşünürüm elbede geçen günleri
timurken beyazıt’ı yenişimi….
bir kere aristo’nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen jan dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

eğer daha da içersem
shaskespare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinler de
işte mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be platon…
bir içsin de görsün... ne felsefesi varmış bu alemin
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim nene lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş….
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim…

24.12.11

codayi-i nadir ez simin (bir ayrılık)


uzunca bir zamandır film izlememiştim. birkaç girişimim olmasına karşın filmleri beğenmediğimden devamını getirmemiştim ki normalde başladığım filmi öyle ya da böyle bitiririm. ne izleyeyim, ne izleyeyim? malum, yeni yıla az kalmışken televizyonda, internette birçok ''top 10'' anketi dolanıyor. en iyi 5 film, en çok satan albümler vs... bu listeleri incelerken hep 2011 yapımı iran filmi ''a separation'' gözüme çarptı. tüm eleştirmenlerce yılın filmi olarak görülünce ve film haliyle farsça olunca hiç tereddüt etmeden indirdim ve...


nadir ve simin adlı bir çift boşanma arefesindeler; çünkü simin, kızlarının iran'da yetişmesini istemiyor. onun yurtdışında daha iyi bir eğitim alması için kocasından ayrılmayı göze almış bir kadın... iran'ın güzel kadınları pek meşhurdur. bu kadın da bence su kadar güzel bir kadın... nadir ise boşanmamakta diretiyor. nedeni, evde bakıma muhtaç alzheimer hastası bir babasının olması. rahatının (yahut tam tersinin) bozulmasından yana değil; fakat tek başına hiçbir ihtiyacını karşılayamayan babası elini kolunu bağlıyor. simin, baba evine dönüyor. nadir, kızı ve babası kalıyorlar bir başlarına. bunun böyle gitmeyeceğini anlayınca bir kadın tutuyor babasına bakması için. kadın o kadar ihtiyaç sahibi ki 300 toman için saatlerce yolu tepmeye razı. bir gün, bunak dede gazetesini almak için açık kapıdan sokağa çıkıyor. ''yüklü'' olmasına karşın sokağa çıkıp koştur koştur yaşlı adamı arayan bakıcı razieh'e araba çarpıyor ve yılan zehrinden daha tehlikeli yalan zehri razieh ve nadir'in bedenlerinde aralıksız turlarına başlıyor...

kısaca özetlemek niyetindeydim, filmi tamamen anlattım. esasında her şeyin başladığı noktada kestim anlatmayı. film, özünde birçok konuya değiniyor. bir filmin değinmesi gereken 10 nokta saymak istesek hemen hepsini burada görebiliriz. kadına şiddet, iletişimsizlik, arada kalan bozuk psikolojili çocuklar (ve ebeveynler), işsizlik, ''nolacak bu iran'ın hali hafız?'', sosyal adaletsizlik vs... hepsine dair bir şeyler var; fakat geçiştirilmişlik hissine kapılmıyoruz bu konular işlenirken. nedeni bu olaylar gerçekleşirken karşıda 10 kişiden oluşan çekim ekibi yokmuşçasına doğal olması oyuncuların. bir filmde gerçekçiliğe zede getiren bir replik dahi o filmden buğz etmem için yeterlidir; ancak burada böyle bir şeyle karşılaşmadım. oyuncular döktürmüşler denebilir ki ortalıkta neredeyse oscar hariç tüm ödülleri almış vaziyette altın ayılı, bol konuşmalı bu şaheser. iranlı belli başlı yönetmenlerin yalın, abartıya yer vermeyen, son derece naif filmleri her zaman bana çok keyif vermiştir. nasıl bir tat alacağımı bildiğim için sıkılmadan izledim. kıymetli bir yere harcamak istediğiniz 2 saatiniz varsa tavsiye edilir. üstelik yönetmen, kim haklı dersi vermeye de kalkmıyor. son derece ucu açık bir film; fakat asla havada kalmıyor. bu önemli işte.

23.12.11

ben nasıl yanmıyam dağlar



kadıncağıza neden ''diva'' dendiğini, insanı ''divane'' eden bu şarkı sayesinde adamakıllı anlamış bulunuyorum. şimdiye dek devirdiği çamları ve bundan sonra yiyeceği naneleri sonuna kadar mazur görüyorum. sesinin bu kadar güçlü olmasının ardında günlük 2 paket samsun ve yarım litre tekirdağ rakı'nın pay sahibi olduğunu tahmin ediyor, saba tümer'inkileriyle yarışan şen kahkahalarının gök kubbede her dem yankılanmasını umuyor, kendisine güneşli günler diliyorum.

''içine düştüm bir selin
kimse sormaz nedir halin''

34 dv 000





küçükken oturduğumuz evin kömürlüğünde 60'lardan, 90'lara dek onbinlerce yerli-yabancı mecmua, mizah dergisi vardı. canım sıkıldığında gider rastgele birkaç dergi seçer, ayva-armut-kayısı ağaçları bulunan bahçemizde saatlerce incelerdim onları. yan komşumuzun bahçesindeki dut ağacına dalar, üstüm başım kıpkırmızı ahududu olana dek beslenirdim. çok güzel günlerdi. ankara'nın başkenti olarak gördüğüm yenimahalle'de geçiyor bunlar. neyse, hiroşima hüznü kaplamadan ruhumu şunu söyleyip susayım ki o kömürlükteki dergileri acımadan yaktık sobada. evet, küçük olmama rağmen içimin yandığını hatırlıyorum hababam sınıfı'nın yeni piyasaya çıktığı dönemdeki bol fotoğraflı eleştiri yazıları yanarken. üstteki fotoğrafları naftalinli adlı bir blogdan aldım; lakin 90'larda kış o kadar çetin geçmeseydi başkentte, o arşivden daha genişçe bir arşiv olabilirdi elimin altında. şu anda elimde sadece birkaç sayı 1976 tarihli akbaba dergisi var. o.

60-70'leri izzet altınmeşe'nin et beni kadar çok seviyorum.

19.12.11

az



ben suyumu kazandım da içtim
ekmeğimi böldüm de yedim
alkışı duydum ihaneti gördüm
sesim de oldu benim sessizliğim de
seviştiğim de oldu benim

sen de başını alıp gitme ne olur
ne olur tut ellerimi
hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar
ve hiçbir şeyi istemedim
seni istediğim kadar
sen de başını alıp gitme ne olur
ne olur tut ellerimi

söz: cem karaca
baştan yaratan: haluk bilginer
servis: bir paket camel soft, 35'lik tekirdağ, envai çeşitte yemiş, dilim şeklinde doğranmış ya da kendiliğinden dilimli kış meyveleri, durduk yere (acaba) içlenmeye hazır bir gönül.

14.12.11

hanemde melek

# ''hanende melek'' gibi bir meleğin olmasını isterdim hanemde.

# kuyucaklı, üzerindeki kürk montu çıkarıp fırlattı içine şeytan kaçmış kalbini soğutmak için...

# ''ne yapsam ne tutsam nereye gitsem...''

# ''ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar...''

# ''ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur...''

# zeka ve vefa ile harmanlanmamış güzelliğin incir çekirdeği kadar dahi kıymeti yok gözümde.

# her ölümün ardından bir yıldız kaysaydı gecenin gündüzden farkı kalmazdı.

# ''taş olsaydım erirdim, toprak idim dayandım'' (karacaoğlan)

# bazen çok alakasız anlarda, yarım saniyeliğine de olsa hayattaki tüm sırları çözmüşüm gibi hissediyorum. sonra gene aynı sıradağlar.

# sokakta yürürken gördüğüm 20+x kişinin 20+y kadar hayali var. hepsi de daha güzel bir gelecek için, daha nezih şartlarda ölebilmek için; ama hayatın bir gerçeği olarak bu hayallerin çok çok azı gerçekleşecek. kaldı ki paralel sokaktaki insanlar, karşı caddedeki insanlar... bu boşu boşunalık, anathema'nın şarkısı üzere ''fragile dreams'' beni buruyor, buruşturuyor.

# değer verebileceğim ölçüde değer veren biri olsa hayatımda, hediye olarak dustin o'halloran'ın piano solos albümlerini alırım düşünmeksizin.

# ankara'daki verem vakalarının hatrı sayılır bir kısmından karanfil sokak'ta, dost kitabevi'nin hemen sağındaki gizem müzik mesul. günün her vakti adamı ince hastalığa sevk edecek içlilikte keman sesi yükseliyor.

# 10 kuruşa satılan 40 adet kibrit çöpüyle koca bir otoparkı havaya uçurabilir, 40 daireli bir apartmanın kazan dairesini patlatabilirsiniz.

# eşkal tasvirinde ''çöpçüler kralında ayşen gruda'nın psikopat abileri''ne atıfta bulunacağım günü merakla bekliyorum.

# kurduğum hemen her cümlenin ''ama, ancak, lakin, fakat'' bağlaçlarını içeriyor olması halinin psikolojideki spesifik adını merak ediyorum.

# şahin k'nın en büyük kozu: ''bak sokağa atarım, köpek gibi sürünürsünüz.''

# şairlerin kullandığı kelimelerin %95'ini kahvede çift okeye dönen hakkı dayı da biliyor; fakat o kelimeleri uçlarından düğüm atarak birleştirmek için bir fark ya da farklılıklar gerekiyor ve attila ilhan'la hakkı dayı da tam bu noktada ayrışıyor.

10.12.11

desem ki

her gece başka bir güzeli alırım koynuma. acılı çocuklukları, adını bilmediğim şehirlerde geçmiş onlarca kadını ağırlarım yatak odamda. doğada herkesin yerine çekildiği saatlerde, su içmeye inmiş bir ceylan gibi hüzünlüdür gözleri. hikayelerini defalarca dinlemek istediğimi ima ederim, her defasında usanmadan, ta en başından anlatırlar kırılganlıklarını, onları bu denli ümitsizliğe düşüren zaaflarını. tenlerimiz birbirine değmez, çırılçıplak yatarlar tek kişilik yatağımda. yastığımın yarısını işgal ederlerken kendilerini yeni doğmuş bir bebek gibi hafif hissediyorlardır belki. belki ömrü, isa'nın çilelerine denk bir ihtiyarın ölü ağırlığı vardır bedenlerinde, zihinlerinde. elim, belirgin elmacık kemiklerinde gezinir onlar anlattıkça. tuzlu suyun, yanaklarından aşağı süzülerek onları gıdıklamasına izin vermem. her şart altında buz tutan parmak uçlarımı ısıtırım kızardığını bildiğim yanaklarda. bu seyirde geçen birkaç saatin ardından, uykuya teslim olurum; fakat yanıbaşımdan gelen o sabun ferahlığındaki kokuyu duyarım. sabah uyandığımda kimse yoktur etrafta. hiçbir şey yoktur. sadece ağzımda ölüm gibi bir acılık.

''ne doğan güne hükmüm geçer,
ne halden anlayan bulunur...''

9.12.11

orhan'ın şarkıları



''festival on wheels'' kapsamında iki film izleme fırsatı buldum bu hafta. birçok izlenmeye değer film olmasına karşın zeki demirkubuz'un seçtiği iki amerikan filmine gittik ondokuz ile. esasında filmlerden ziyade zeki'yi görmek için gittik. filmlerden önce birkaç dakikalık sunumuyla neden o filmi seçtiğini heyecanla anlatışını dinlemek, masumiyet'in senaristine bu denli yakın olmak keyifliydi. bilet işini son dakikaya bıraktığım için nevada eyaletini; kyoto ve tokyo şehirlerini avucumun içi gibi biliyorum. en ön sıralardan izlemek değişik bir deneyim; bengay kokulu bir deneyim...

ilk film, the misfits idi: uysunsuzlar
boşanma işlemlerini daha hızlı bir biçimde sonlandırmak için nevada'ya gelen roslyn (marilyn monroe) ve kovboyluktan oto tamirciliğine, at avcılığından aşk adamlığına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren gay (clark gable), guido ve perce'nin (morrissey'e aşırı benzettim) kesişen hayatlarını konu alıyor film. guido'nun karısı öldüğü için yerleşmediği, insanlardan uzak olduğu kadar muhteşem doğaya yakın evinde ahbaplıkları giderek artıyor bu üçlünün, hatta dörtlünün. teni, florasan lamba gibi beyaz roslyn, çevresindeki yaşlı ve yaşlanmakta olan kurtlara gösteriyor; lakin elletmiyor. tokat atıyor, ardından öpüyor. yürekleri ateşe atıyor...

belki sinemada izlemesem, kendi irademle açıp da izlemeyecektim bu filmi; fakat son derece hoşuma gitti. marilyn monroe'yi hep o havalanan beyaz eteği ile hayal ederdim. bu filmde, neler neler öğrendim hakkında. vücudunu ezbere bilirim mesela şu an sorsalar. clark gable de cüssesinin yanında istediğinde nasıl zarifleşebileceğini gösterdi hatay sokağı sakinlerine. erkeklerin güç kavgalarının ve gösterilerinin kadınları bir yere kadar etkileyebileceğini, sonrasının kadınları kaçırmaktan başka bir şeye yaramadığını uygulamalı olarak izledik. zeki'nin dediği gibi akıllarda kalacak birkaç sahnesiyle bile sinema tarihinde önemli bir yeri hak ediyor uygunsuzlar...


diğer film ise yakuza idi...

stv'de gecenin bir yarısı yayınlanan dandik karate filmlerinden birini bekliyordum. gene yanıldım her zaman olduğu üzere. gene yanıldım. bir zamanlar japonya'da askeri polislik yapmış amerikalı kilmer'i bir gün bir arkadaşı arar. bu arkadaş, tarihi japon mafyası yakuza'ya kızını kaptırmıştır ticarette yamuk yaptığı için. kilmer, san francisco'dan kalkıp tokyo'ya gider. eski sevdiğini görmeyi ihmal etmez ve arkadaşının yeğenini kurtarma işi için eski aşkının sabık yakuza üyelerinden olan kardeşiyle irtibata geçer; fakat orhan'ın şarkıları gibi güzel eiko, kilmer'den hala bir şeyler saklamaktadır...

1974 senesinde japon hızlı tren sisteminin, bizim şu anki sistemimizden on kat daha ileride olduğunu görerek birkaç kez gidip geldik kyoto-tokyo arası. insanı yerinden hoplatan bir iki iddialı sahnesiyle, etraftaki kan kokusuna rağmen sevmenin kalpleri nasıl da ılıttığını gösteren diyalog ve görüntüleriyle film sonunda yüzümde şöyle bir ifade kaldı...

6.12.11

sulugöz

benim 20 arkadaşım var. benim için sırat köprüsünden halatsız bungee jumping yapmaya hazır 20 arkadaş... tek kıvılcımı, milyonlarca insanın yüzyıllarca ter akıtarak inşa ettiği, sokakları buram buram steakhouse burger kokan bir medeniyeti birkaç dakikada terk edilmiş hayaletli bir kasabaya çevirebilecek kudretteki ateşe atlamaları için bir göz kırpışım yeterlidir. oduncu gömleğimin sol cebindeki varlıkları dünyanın muhtarıymışım gibi bir güven verir bana. bu yüzden ilk merhabalaşmamızdan beri bedenimin yüreğime en yakın bölgesinde ağırlarım onları. devasını bilmediğim dertlerimde, sabun köpüğü gibi bir nefeslik sevinçlerimde hazır bulunurlar. bazı zamanlar cızırtıya benzer sesler duyarım dostlarımdan. dertlerimden içlerinin yangın yerine döndüğünü anlarım. burulurum benim için böylesine dumanlandıklarına. kafamın içine yaptırdığım gözyaşı çeşmesinin susuzluklarını gidermediğini görürüm, oturup bir de bunun için ağlarım. sevinirim bir yandan da, zihnimdeki bütünüyle organik olan mahsüllerden birilerinin nasipleniyor oluşuna.
dostluk, dinlemek kadar dinlendirmektir de. onların bu dert dinleme faslında, tüm benliğime örttükleri dinginlik yorganını anmamak, kabuğu zamansız soyulmuş yaraya terli parmaklarla dokunmak kadar acı verir dostlarıma. ''dost'' kelimesinin ağızlarda happydent kadar sık dolaşması, sinir sistemime atom bombası atılmış gibi moralimi bozar. hiroşima hüznü kaplar bütün hücrelerimi. halbuki o sulugöz gibi olmalıdır. adı geçtiğinde gözleri sis duvarına çarptırmalıdır saatte 180 kilometre hızla. yine de onlar hakkında bu sözcüğü kullanmaktan çekinmem; çünkü ciğerimi benden daha iyi bildiklerini bilirim, her metreküpüne kadar. ve vakit gelince, ceplerinde bana katacakları bir şeyleri kalmadığında, her gerçek dost gibi kapıyı sessizce çekip giderler bir bilinmeze. aramızdaki alışverişe karşın yanımdaki varlıklarının bir koşu parkurunun ilk 500 metresi kadar sürmesine anlamam veremem. hem alanın satanla aynı ölçüde razı olduğunu yalnızca ben düşünüyorumdur. bu ihtimal kafamın içinde her fonttan, her puntodan ünlem işaretlerinin langırt oynamasına neden olur. benzimi filtre süngeri rengine çevirip evrende yıldızların bile haberi olmayan dünyalara iltica eden dostlarımı düşündükçe içlenirim bazen; bağdat'tan kaçak mazot getiren kamyoncular gibi bir uzun marlboro ateşlerim airbus a380'lerin cirit attığı lacivert geceye doğru.

4.12.11

JB


''sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin, bakardın
üşürdüm, içim ürperirdi
felaketim olurdu, ağlardım''


''yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.''


''ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin. ''

3.12.11

kendime nasihatler

# asalak bir sarmaşık olma sakın, varsın boyun olmasın bir söğütünkü kadar.

# bir ortamda sabahattin ali mi övülüyor, arkana bakmadan kaç. arkandan bir grup sırtlan kovalıyormuşçasına kaç.

# ''şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım'' felsefesinin hiçbir zaman, hiçbir yerde işe yaramadığını kafana sok. bu tecrübelerden damıtılarak elde edilen acı gerçek, bir uzvun olsun. üçüncü gözün olsun.

# ishak paşa sarayı'nı gör. yolculuk için para harcama. asgari düzeyde harcama yap yahut. ''karşıdaki insanı dinlemek, minik bir merhaba'' çok kapı açar.

# seyahatname'yi oku.

# müziği azalt. baygınlık verecek kadar sıcak bir ortamdan dışarı çıktığında tüm bedenini önce serinleten, sonra donduran soğuk havada day is done dinlemeyi özle biraz.

# be yourself, no matter what they say (by sting)

2.12.11

bulaşık

dün gece arkadaşımda kaldım. birkaç hafta önce birlikte tutmuştuk evi. öncebeci'de (2 yıllık cebeci) bu 1+0.5 tipindeki mütevazi daire. merkezi sistem olduğu için muttasıl yanıyor petekler. sanki alt katta fırın varmışçasına sıcak ev. gece oldu, hadi dedik yatalım. yattık. arkadaşım sekizinci uykusunda yedinci rüyasını görürken ben bir türlü kopamadım gerçeklikten. sağa dön yok. sola dön yok. saat 3'ü geçerken kalktım yataktan. mutfakta bir adet ateşleyip biraz serinlemekti tek istediğim. mutfakta bir süre yeğenime çok benzeyen bir kediyle yaklaşık beş dakika kesiştik. gözleri gözlerime değince felaketim olmadı; ama sevdalı iki insan gibi birbirimize baktık dakikalarca. sonra ''daaaayytt'' diyerek pencereyi kapattım. hala serinleyememiştim. tezgaha baktım boş gözlerle. bulaşık yığılı duruyordu. bir saniye dahi tereddüt etmeden prilledim süngeri ve giriştim bulaşıklara. temizlik hastalığı annemden miras olduğu için erinmedim hiç. bulaşıkları yıkadığım yetmezmiş gibi rafları simetri esasına göre tekrar yerleştirdim. işe yaramayan kap kacağı rafın en ücra köşesine dizdim. yağ ve salça lekesinden hardal sarısına dönen ocağı sakız gibi beyazlattım. hızımı alamadım; buzdolabına niyetlendim. içindeki nevaleyi indirip içini silmek... saat 3.30 gibi bir şey. gürültü olur diye fazla ısrarcı olmadığım bu düşüncemde. temizlenecek daha başka şeyler aradım; fakat bu kutu gibi odada bir şey kalmamıştı el atacak. en sonunda dolaptan bir tane armut aldım. yıkamadan yedim. annemin beni eleştirirken en çok kullandığı argümanların başında gelir meyveleri yıkamadan yemem. vitaminin kaybolduğunu düşünüyorum halbuki ben yıkarken. (bu zehir zemheride bir de koca dedeler gibi pantolonun içine içlik giymediğim için eleştiriliyorum mütemadiyen...) biraz serinlemiş olmanın verdiği rahatlıkla yatağa tekrar döndüm. gene istediğim kıvamda değildim ve sonra, yaklaşık bir saate yakın zbigniew preisner dinledikten sonra içimdeki gemi uzaaak yalnızlık limanlarına demirlemiş.

neyse, neyse bu efemine muhabbeti daha fazla uzatmak istemiyorum. zamanaşımına uğradığı için yayınlamaktan çekinmediğim bir başka foto-yazıyı paylaşıyorum. o üç harfli rengi kullanarak ankara hakkında yergi yazma alışkanlığım varmış o zamanlar. şimdi yok; çünkü yapacak hiçbir şey yok.

hadi bakalım.

**********

6 nisan 2010

izmir'deyim.
liseden arkadaşlarımı ziyarete geldim.
ankara, meğerse yavaş yavaş öldürüyormuş beni. geldiğimde gözüme çarpan ilk şey sokak kültürü oldu. ankara nedir? blok, blok, 8 katlı blok, 28 katlı blok, 58 katlı blok, gri, grey, kirli arabalar, tozlu körüklüler, mor gömlekliler, sivri burunlular... şimdi izmir'e girişte korktum. bornova ve buca tarafları resmen çizgi filmlerde ya da tarihi filmlerde gösterilen ''antik atina'' gibi. yani kentin büyük bir bölümü ankara'da doğantepe, çinçin, telsizler olarak tabir edilen ve bir parça güvenlik problemi olan bölgeler gibi tepe üzerine kurulu ve en yüksek bina 3 katlı, o da bina usulü değil. müstakil tip. mevsim olarak kışlar ılık ve yağışlı, yazlar ise sıcak ve kurak. değil değil. gavur mavur değil, gayet de güzel memleket.

yanında kaldığım elemanların vizesi vardı, sabah çıkıp gittiler. ben evde kaldım tek. ben ki ev biraz dağınık olsun, bulaşık biraz birikmiş olsun; işine konsantre olamayan bir adamım. yani evde tekim diyelim, yediklerimin bulaşıkları mutfakta yatıyor... hayatta okuduğumdan, çalıştığımdan, izlediğimden zevk alamam! illaki kafa rahat olacak, arkada düşünülecek bir şey olmayacak. (çevirmenin notu: ah ah ah. bunun hayattaki en büyük lükslerden biri olduğunu yeni yeni idrak ediyorum)

e sabah. e kahvaltı. e adamların ekmeğini yiyoruz, suyunu içiyoruz. ama ne yemek-içmek! dayanamam ben. hemen bunların nuh aleyhisselam zamanından kalma bulaşıklarını yıkamaya giriştim. yemin ederim 30 küsür bardak yıkadım. içmiş, içtiği yerde kalmış.







birikmesine ne gerek var? yediğini mutfağa götürünce en fazla 3 dakikanı alır, alıp suya tutmak.



buna diyecek bulamıyorum. masanın üstünde taze ekmeklerle beraber duruyor. al at yani, nedir.

sonuç!!!
gerçi yine de bir şeye benzediği söylenemez. temizlik şirketi tutmak lazım. anca öyle.



evin camlarına, televizyonun üstüne ''beni yıka'' yazsan yazılır, neyse ki onları da bir güzel ova ova sildim. dahasıjksdfhdjkghdfjkhg kapı çalıyor, stop.

30.11.11

véronique hakkında her şey




fotoğrafların üzerine tıkladığınızda bir kadının ve erkeğin ses anlamında ne kadar uhrevileşebileceklerini öğrenmiş olacaksınız ve bu iki parça, her an yağmur yağması muhtemel kapalı havalarda yapılan kır gezintilerinde dinlenirse insanı ince hastalığa sevk edebilir ve, ve berlin sokaklarında tek başıma dolaşırken bu parçaları dinlemek uzun zamandır kurduğum tek hayal.

kara kedi



geceleri çöp tenekesinin yanından geçerken birden dışarı fırlayarak insanın yüreğini ağzına getiren tekirler bir tarafa, yolda bir kara kedi bulsam sütle, mamayla, etle, et suyuyla kandırıp alacağım kucağıma ve objektifin karşısına geçeceğim.

29.11.11

efkarlıyım abiler



kalbi ekseriyetle kırık ve dahi hayat dolu, deli dolu gönlübol arif, içten pazarlıklı kalbi buz kesmiş görünmesine rağmen merhamet tohumlarının uygun yer ve zamanda filizlendiği fabrikatör necmettinzade rüknettin ve sıradan-günahsız insanların arasına sızarak onların duru hayatlarını kaleme alan fatoş meral soydan'ın düğümü üç dakikada çözülen hikayesi. yeşilçam'da onlarca kez işlenmiş bir senaryoya sahip film; fakat sadri alışık'ın 92 dakikalık performansı bir 92 dakika daha olsa kendini izletecek türden.

-ulan, efkar iyi bir şey olsaydı hepsini sana bana bırakırlar mıydı.

28.11.11

iyyakenabüdü ve iyyakenastain


amin...
''orucumu da tutarım, rakımı da içerim'' felsefesinin fikir önderi, sanat güneşi zeki müren din-diyanet mevzularına birazcık daha eğilseymiş, tüm dünyanın kalbini islamiyete ısındırabilirmiş bu naifliği ile. çocukken böyle bir imamı olsaydı bizim caminin, teravihten hiç kaçmazdım internet kafeye gitmek için.

26.11.11

kahır mektubu

uzunluk, mesafe, süre tariflerim değişti. kilometre, metre, yıl, ay, saat, dakika yok artık.

-8 sayfa yazdıydım bi de. orospu ff vermiş. (hayır)
-la bebe diyom ya han duvarları gibi yazdım, asistan kağıt yetiştiremedi. yine de çakmışım mına çakıyım. (evet)

***

+alo hacı kaç dakikaya gelirsin?
-valla trafik var la, yarım saati bulur. (hayır)
-valla trafik var la, sen bi kahır mektubu patlat, ben gelirim. bi şey istiyon mu alıyım bim'den? (evvet!)
+holland caramel waffle al da durduk yerde mideyi bozalım.
-tamam abi, görşürss.
+had.

***

kuzey yarım kürede yılın uzun gecesinden üçüncü cemre'ye kadar geçen süre: türkiye iş bankası kültür yayınları hasan ali yücel klasikler dizisinden nihal yalaza taluy'un enfes türkçesiyle dilimize kazandırdığı karamazov kardeşler'i okuma süresi.

moves like jagger

bugün, sevgili memed dayım ile birlikte fenerbahçe ankara boks okulu'na gittik. mekan ulus, konya sokak'ta. şimdilerde harabe halindeki o alımlı erzurum oteli'nin hemen yakınında. otelin bulunduğu sokağın adı ''susam sokağı'' bu arada. hihi. dayım birkaç aydır düzenli olarak gidiyor kursa, ben de yancı olarak gittim. izleyicilik ve biraz da fotoğraf çekmekti niyetim. salon, köhne bir binanın zemin katında. fenerbahçe'nin şanına yakıştıramadım açıkçası; fakat hoca anladığım kadarıyla bu işe gönül vermiş biri. pek çok yurtiçi ve yurtdışı şampiyon çıkarmış bir yerdeydim tabii. duvardaki fotoğraflar buna işaret ediyordu... dayım yaklaşık 3 saat boyunca moves like jagger eşliğinde 1.5 kiloya yakın ter atarken ben de ikiliye rahat vermedim.

25.11.11

han duvarları


sevimli peltek konuşmasıyla ve cumhuriyet dönemindeki hemen tüm şair ve yazarlarla rakı kadehi tokuşturmuşluğuyla mustafa şerif onaran, gençlik hallerini çok merak ettiğim berrak sesiyle ve ilerlemiş yaşına rağmen güzelliğiyle berin ötenel ve ''bu adam 40 sene önce keldi, şimdi nasıl bu kadar saçı var mehehehe'' tarzı seviyesiz esprilerin malzemesi olan ve okuduğu şiirleri kelimenin tam anlamıyla yaşayan rüştü asyalı...

blogda daha önce birkaç kez bahsettiğim milli kütüphane'nin her ayın son haftasında bir gün düzenlediği şiir dinletilerinin kasım toplantısına katıldım bugün yanımda bir arkadaşla. cermodern'e de ilk defa gitmiş bulundum bu sayede. ankara'nın en karanlık binalarından birinin ardında bu şehrin en ferah mekanı. sırf o ferahlık dahi insanın kafasındaki düşünceleri atmasına yetebilir.

(tam ortamını bulmuşken birkaç dize okumamak olmaz. şehrimizin doymuş; fakat sanata hala aç insanları... kokona kelimesini yersizce de olsa kullanmak mümkün. kullanmayalım ama.)

bu ayki konu, ''şiirimizde gurbet'' idi. halk edebiyatı döneminden günümüze dek çeşitli şairlerimizden okunan şiirler ve mustafa şerif onaran'ın şiir ve şair hakkında anlattığı hoş anektodlarla bir nefes kadar çabuk geçti zaman. gerçi ben sürekli rüştü asyalı'yı izledim ''ben sana mecburum bilemezsin, adını mıh gibi aklımda tutuyorum, büyüdükçe büyüyor gözlerin...'' diye olaya giriş yapmasını (yardırmasını) bekledim umarsızca; fakat konu müsait değildi buna. faruk nafiz çamlıbel'den maraşlı şeyhoğlu satılmış'ın hikayesini, istanbul'dan niğde'ye oradan da kayseri'ye yapılan çetin yolculuğu, üç gün içinde üç mevsimin nasıl değişebildiğini dinledik. çamlıbel'in yattığı odanın duvarına bir zaman önce yazılmış dörtlüğün, şairin duygularını daha da koyulaştırdığını anladık. adam yazmış, dedik. iyi ki böyle insanlar var, dedik. şair, bu şiirini istanbul'dan kayseri lisesi'ne öğretmenliğe giderken yazmış. kendi memleketimin ve orta anadolu'nun işin içine girdiği her şey beni normalden daha fazla etkiler her zaman. bu enfes şiirde de bu etkiyi daha açık şekilde hissettim o atmosferde.

"gönlümü çekse de yârin hayali
aşmaya kudretim yetmez cibali
yolcuyum bir kuru yaprak misali
rüzgârın önüne katılmışım ben"

ve satılmış, çamlıbel'in mevsim değişikliklerini izleyerek tükettiği o yoldan hiç geçmedi...

24.11.11

küskünüm


acımasızca eleştirdiğim her şey günün birinde döner, dolaşır, beni bulur bir şekilde. dilimden çıkan zehir, nasıl olduğunu bilmediğim yollarla kendi kanımı zehirler. şimdiye dek bunu çok tecrübe ettim, ölene kadar da bu devran böyle gider sanırım. (öğrenilmiş çaresizlik deniyor buna zahir.) diğer bir açıdan baktığımızda en büyük aşklar, nefretle başlar sözüyle bağdaşıyor bu durum. hmm, demek ki yalnız değilim bu hususta.

müslüm gürses, ahmet kaya, zeki müren, neşet ertaş... açıkçası bu isimlere önceleri çok önyargılıydım. dinlemek bir yana, dinleyenlerle içten içe alay ediyor idim; ancak özellikle son aylarda bu isimlerle yıldızım, sönmemek üzere barıştı. sadece bu sanatçılarla da değil. birçok yazar hakkında da hükümlerim peşindi. mesela sabahattin ali bu anlattığım konudaki en büyük pişmanlıklarımdan biridir. çift yönlü bir pişmanlık. hem geç fark etmiş olmanın verdiği üzüntü, hem de onun zihninin kıvrımlarının mahsülü olan fikirlerinin açtığı yaralar. evet, okumadığım tek kitabı olan içimizdeki şeytan'ın arkasındaki üç beş cümlelik paragrafı okumak bile göğsümü dararttı birkaç gün evvel.

velhasıl, peşin hüküm vermek kadar sığ bir düşünüş tarzı yok. uğruna bir ömür uğraşılmış bir eseri sırf işimize gelmediği için kestirip atmak, öğretmenlerin o meşhur tabiriyle ''kahvede pişpirik oynayan hasan dayıyla'' aramızda olması gereken farkın ortadan kalkması için gayet yeterli bir neden. çok şeyi kaçırıyor olabiliriz, tembelliğimize yenik düşmüşken.

müslüm baba demişken... müslüm gürses'in son yıllarda, günün şartlarına uydurduğu albümlerini bir kenara koyar ve o 70'li-80'li yıllardaki şarkılarını göz önüne alırsak, ben her müslüm dinleyişimde, mevsim ne olursa olsun, nerede olursam olayım hep aynı atmosferin içine girerim. kendimi hep 90'ların sonunda güneşli bir kış günü, günlerden pazar, ankara/ulus'taymış gibi hissederim. neden bilmiyorum; fakat hep bu sahne gelir aklıma. güneşli ve soğuk bir günde, gençlik parkı'nda gezen, üzerlerinde 90'ların modası oduncu gömlek, timberland, süet dexter olan, hayatın tokatını yemiş, haftasonunu kahverengi efes şişesiyle sevişerek geçiren kahküllü, omuzlarına kadar uzattığı jöleli saçlarından griye çalan kirli su akan, muhtemel ki siteler'de ya da iskitler'de çalışan, vücutlarına tiner kokusu sinmiş 'ankaragüçlü' gençler gelir. doygunluğu en yüksek seviyede olan eski ulus kartpostalları gelir aklıma müslüm dinlerken. tabii bunda 1999'da sanırım, müslüm'ü gençlik parkı'ndaki bir mekanda şarkı söylerken görmüş olmam da etkili olabilir. ve bugün, eskilerde kalmış olsa da müslüm dinlerken kendini jiletleyen, kolunda sigara söndüren o bahsettiğim gençleri biraz anlayabiliyorum sanırım. tasvip etmiyorum; ama nedenlerini anlıyorum. evet.

22.11.11

bolşevik



jülyet ile bolşevik hareketlere girmeden, sadece oturup karşılıklı kahve içmek (kuşburnu, kivi aromalı oralet dahi olur) insanın hayata bakış açısını 120 ila 180 derece arasında değiştirmesine neden olabilir. tabii geçiyor yıllar, onun o şiir gibi elleri de çilleniyor, kırışıyor, buruşuyor, pörsüyor; ama fotoğrafına bakmak bile bu denli heyecan vericiyse bu 92-93 senelerindeki haliyle yolda, asansörde, herhangi bir yerde karşılaşmak nasıl olurdu kim bilir.

20.11.11

soğuk bir berlin gecesi



istiklal caddesi üzerindeki evkaf apartmanı, yahut daha bilinir bir tarifle küçük tiyatro'nun bulunduğu o tarihi bina oldum olası cezbetmiştir beni. her geçişimde, özellikle de geceleri otobüs yolcu indirip-bindirirken yüzlerce kez gördüğüm apartmanı tekrar ve tekrar, ilk defa görüyormuşçasına heyecanla izlerim. ankara'nın en sevdiğim üç beş mekanından biridir velhasıl, orhan veli boşuna ikamet etmemiş bir dönemler orada...

soğuk bir ankara gecesi, yapacak çok daha iyi bir fikrimin olmamasından (ya da yapacak en güzel fikrin bu olmasından) uzun zamandır görmek istediğim soğuk bir berlin gecesi oyununa gittim. geçen yıldan içimde uhde idi; fakat oyunun bu sene de devam etmesi hakikaten güzel olmuş. binanın içine girdiğimde içimi, nasıl ifade etsem, huzur ve huzursuzluk karışımı bir duygu kapladı. her ikisinden de var; ancak hiçbiri diğerine ağır basmıyor.

berlin'de fotoğrafçılık eğitimi almış ve sergi hazırlığı yapan türk tarık ve onun alman sevgilisi katherine'nin kırmızı duvarlı mütevazi evlerine konuk oluyoruz iki buçuk saatliğine. başlarda ilişkileri gayet olağan şekillerde ilerliyor. akşama kadar çalışmalar, eve yorgun dönüşler, günün özeti ve kapanış, belki yatmadan evvel gece sporu. evet, bu seyirde ilerlerken ilişki, bir gün katherine üniversiteden bir hocasıyla karşılaşıyor ve ne oluyorsa bu karşılaşmadan sonra oluyor... tarık'ın damarlarında halihazırda fazlasıyla bulunan kompleksler, kıskançlıklar, takıntılar, yabancılıklar ve aşk köpürmeye başlıyor. tıpkı masumiyet'in bekir'i gibi, tarık'ın bu hastalıklı sevgisi çevresindeki herkesi derinden, çok derinden etkiliyor... sanatçı olduğu için belki de, gurbette yabancı düşmanlığını asgari düzeyde tecrübe eden tarık'ın, alman kanalizasyon sisteminin göçmemesini sağlayan göçmenlerin toplumdaki yeri hakkında etrafındaki hodbin insanlara yönelttiği sorular, şu sıralar gündemi meşgul eden avrupa'da yaşayan türklerin sorunlarıyla birebir örtüşüyor...

sahne düzeni, renkler, evin tavanına asılmış kuş kafesi içindeki balıklar ve özellikle müzikler insanın ruhunu besler nitelikte. oyunda kullanılan müziklerin hemen hepsi mp3 çalarımda olduğu için oyun çıkışında küçük tiyatro'dan şinasi sahnesi'ne dek hepsini teker teker dinlemek... fenaydı. daha fenası ise başroldeki tarık idi. olcay kavuzlu. kendisini ankara menşeili dizilerden ve sesiyle tanıyordum. meğerse oyunculuğu da sesi kadar dört dörtlükmüş. soğuk bir berlin gecesi'ni izlemek, soğuk bir ankara gecesinde yapılabilecek en güzel şeylerden biri. dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.

bir ay sonra gelen not: birkaç gün evvel bu oyunu tekrar izledim. saat 20.05'te ulaşabildiğim için salona alınmadım haliyle. balkonda izlemek zorunda kaldım oyunu ki iyi ki de böyle olmuş. küçük tiyatro enfes bir atmosfere ve akustiğe sahip olmasına karşın eğimi az bir sahne. en arkadan izlerken öndekilerin kafaları sorun olabiliyor; fakat balkonda bu sorun biraz daha az hissediliyor. ana salonda en arkadan izlemek yerine balkonda en önde ve ortada bir noktada izlemek çok daha mantıklı. balkon diye çekinmemek lazımmış.


***

oyunda kullanılan müziklerden bazıları

zbigniew preisner - the end
zbigniew preisner - nymphea
zbigniew preisner - perte
gotan project - queremos paz
anouar brahem trio - leila au pays du carrousel
armand amar - kadish

16.11.11

kayseri ağzı

birçok kişi için pek bir şey ifade etmeyebilir aşağıdaki kelimeler; fakat orta anadolu'da, özellikle de kayseri'de halk arasında sıkça kullanılan bu kelimeleri derlemeyi kendime görev bildim. zira çocukluğumdan beri ailemden sıkça duyduğum şeyler bunlar. unutulmasın efendim. 

kalleplemek: baştan savma iş yapmak. mesela temel reis'in yeri süpürdükten sonra çıkan zibili çöpe atmak yerine halının altına tepiştirmesi tam bir kalleplemek örneği. 

cıncık: cam parçası (aynı zamanda bayram şekerlerine de cama benzedikleri için cıncık şeker (somuruk şeker) denir.)

cücük: civciv (civcive aynı zamanda "civci" dendiği de yaygın olarak görülür.)

alağaz: boş konuşan, geveze (alağız iken alağaz biçimine dönüşmüş gibi görünüyor.)

batman: eski ölçü birimlerinden biri. 8 kilo kadardır. kayseri'de kavun karpuzun kilosunun ne kadar olduğu sorulmaz satıcılara. "batmanı na'adar yiğenim?" denir.

yumuş buyurmak/yumuş tutmak: dedeniz sizi tükkana cağara almaya gönderir. yumuş buyurur yani. siz de goparak tükkandan cağarayı alır gelirseniz yumuş tutmuş olursunuz. paranın üstüne konma ihtimaliniz bulunmaktadır.

patlak: bidon. evet bidon demek. örnek kullanım: "fatma bodurumda 5 kiloğluk yağ patlağı var, onu getir de içine doldurak, gop!" (burada 'gop' efektinin 'koş' anlamına geldiğini belirtelim. sizin anladığınız anlamda "koptum yhaa" gibi bir anlama gelmiyor, "hızlı hareket et" anlamında.

çavsık: "çavsık çavsık kokmak" biçiminde, yani zarf olarak kullanılır. çavsık koku neye benzer derseniz, çürük balık kokusunu ya da pastırma yedikten sonra terin ve idrarın kokusunu örnek verebilirim.

marilleşmek: duygulanmak, hüzünlü bir tablo karşısında burnun kızarıp seğirmesiyle ağlama moduna geçmek. ya da bir çocuk babasını uzun bir aranın ardından gördüğünde utanır, babasını kaçamak bakışlarla izler; baba gelip evladına sarıldığında çocuğun kendini ağlamamak için zor tutması durumundaki halet-i ruhiyeyi de tarif eder. (doğrusu annem sürekli kullanır bu lafı; ama internet ortamında böyle bir harf kombinasyonu hiç bir araya gelmemiş.)

gamgayla kaşınmak: gamga odun parçası demekmiş; ama zannediyorum ki kıymıklı odun anlamına geliyor. yani elinizle tuttuğunuz vakit, elinize batıyor ısırgan otu gibi. şimdi bu deyim, çok zor hayat şartları altında yaşayanlar için kullanılır. misal: "anam, gitmiş şukrü'den para istemiş, şukrü'nün neyi var gııı. bir mayış, sekiz baş horanta. gamgaynan gaşınıyor oğlan, şukrü niitsin?"

dembesek: şaşkın, sersem, beceriksiz anlamına gelir. dembeseağ şeklinde telaffuz edilir.

haleşek kovmak: çok gürültü çıkarmak, yaramazlık yapmak anlamına gelir. evin içinde yakalamaca, kovalamaca oynarsanız haleşek kovmuş olursunuz. haleşek nedir, bilemiyorum.

fıstığın hacı ahmet: ''senin işin de iş hani'' lafına ikame eder. yani mesela; dışarıda kar var, boran var, yağmur var, çamur var. sen de evde gürül gürül yanan sobanın yanında mis gibi bembeyaz yastık, çarşaf, yorgan üçlüsünde keyif yapıyorsun. işte öyle bir durumda senin bu halini tanımlamak için ''fıstığın hacı ahmet'' denir. (kesin bir hikayesi vardır, orasını bilmiyorum lakin.)

gıcılamak: sinirlenilen insanın üzerine hücum etmek, karşıdakine zarar vermek için ileri atılmak.

toklamaktoklu ile alakası var mı bilmiyorum; ama orta anadolu'da aşırı ot/saman/arpa yiyip çatlama noktasına gelen hayvanlar için kullanılır. tokladığı anlaşılan hayvan hemen kesilir. zira hazımsızlıktan ölmesi an meselesidir. hayvan bu yüzden kesilir ki murdar olmasın, eti yenebilsin. yoksa yapılacak tek şey, ölen hayvanı (genelde koyunlar toklar) köyden uzak bir araziye götürüp köyün köpeklerine dolaylı yoldan ziyafet çekmektir.

***
bu kelimeler bir anlam ifade etmiyorsa sizi şöyle alalım...

15.11.11

keleşoğlan





dedim ben, dedim ya. söyledim.

13.11.11

A

ailesini arkada bıraktığından beri ardından ayrılmayan acabalarıyla, ankara'nın acımasız ayazında aylak aylak dolanıyor, açlığını azıcık da olsa dindirmek için son parasıyla aldığı ayçöreğini ağır ağır çiğniyor, akranlarıyla arasındaki adaletsizliği gördükçe bir ah daha armağan ediyordu allah'a.

B

beyefendiliğiyle bilinen babası, bazen bakkalı bacanağına bırakıp bozkırın bağrındaki badem ağaçlarıyla çevrili bahçesinde bedeninin elektriğini boşaltır ve içten içe böbrek taşının düşmesini bekler, beli bükülmeyecek biçimde yorgunluk baş gösterdiğinde midesine bir güzel bayram ettirirdi baharatla terbiye edilmiş balığının yanında burgaz rakıdan büyük yudumlar alarak.

C

cuma namazının ardından, cebeci/cemal gürsel caddesi'nin üzerine gerdiği ipe çıkan cambaz, cehaletin kader arkadaşı cesaretle ceketinin cebindeki cevizleri, aşağıda onu caydırmak için caz yapan cemaatin ve cankurtaran azalarının üzerine fırlatıyor ve reisicumhur gelmezse kendini cumburlop aşağı atmak cinsinden cızırtılar çıkarıyordu.

Ç

çelik gibi sinirlerine ve çılgınca çabalamasına rağmen çuvallamaktan kurtulamayan çehresi çıbanlı ve çekik gözlü çelimsiz çoban, çubuğunu çalı çırpıya yaklaştırarak çaydanlığın altını çabucak yaktı.

12.11.11

D

denizin derinliklerine doğru daldıkça duygularının daha da demlendiğini, düşüncelerindeki dumanın dağılıp dalgaların durulduğunu duyumsuyor ve bu dalışın ardından, dingin devics melodilerinin duvarlarını yaladığı odasında, daha dün dokunanın derisine diken bulaştıran düşlerini disipline etmek için onları düzenli fırçalamanın öneminden dem vuruyordu değer verdiği dostlarına dengesiz davranışlarıyla tanınan drmsbyrm.

11.11.11

E

emeğinin karşılığını eksik alan bu edilgen enayi erkekler sayesinde epeyi bir vakit karnımız ekmek görecek, diye seviniyordu esrar saran esmer eyyamcı.

F

fihristindeki en fingirdek ve fütursuz fahişenin numarasını çevirmek, kafasının içinde fena fikirlerin filizlenmesine yeterliydi.

G

gurbetteki gencecik gebe gelin, gafletinden düştüğü bu gaddar ailede gecelerin gündüze erişmeyeceğini, güneşin kendini asla göstermeyeceğini görerek gönlündekileri gözden geçirmişti.

H

hayatlarını hiç durmaksızın hayal kurmakla, hatıraların hazımsızlığıyla ve asla haberi gelmeyeceklerin hasretiyle heba edenler, hezimete razı olmuş hasta ruhlu, harap olmuş hırkalarıyla homurdanmaktan başka bir halt bilmeyen hödüklerdir.

I

ırmağın kenarındaki ıtırların kokusu, ıslak ıslak esen ısrarlı rüzgarın ıslığına yakalanan ve bu yüzden kırgınlık geçiren ırgatların hırıltılı boğazlarına iyi gelen ıhlamurun kokusuna karışıyordu.

İ

iliklerine işlemiş isyan isteği; iltihaplanmış içine ilaç oluyor, onu iptidai içgüdülerden ve ihtiyarlamış iblisin iğnelemelerinden arındırarak yeni iklimlere itekliyordu.

J

japon geyşaların üzerlerinde jartiyerleriyle jülide hanım'a jakuzide yaptıkları masaj, ağzı jiletli jigoloların jübile yaparak saçlarındaki bir dünya jöleyle jüpiter'e yerleşmelerine neden oldu.

K

kavun kokulu gecelerde dostlarla birlikte kaldırılan birkaç kadeh, kafasındaki ve kalbindeki kederi söküp atmak, vücudunda gezinen kararmış kanı olması gereken kararda kırmızılığa çevirmek ve kararsızlık denen kahpe karın ağrısına son vermek için başvurduğu bir çıkış yoluydu.

L

lügatında sinirlerini laçkalaştıran, leş yiyici lağım farelerinden daha lüzumlu olmayan laubali insanlara layık olduklarından daha fazla lütufta bulunmak gibi bir lüks bulunmuyordu.

10.11.11

M

madem ki böylesine bir mayıs günü masanın başından kalkmaya mecali yoktu, o halde maviliklerden de mehtaptan da mahrum kalmaya mahkum bir mevtadan farkı mı vardı?

N

neşesini yerine getiren, ne o annesinden kalma naftalin kokulu eski nefis nakış ne de ninesinin ninnileriydi; nemli havadan kurtulup nane ferahlığında alınan bir nefesten başka bir şey değildi bedenindeki narkoz etkisini noktalayan.

9.11.11

O

'of çekmek' çoğu zaman olayları olduğundan daha olanaksız hale getirmenin en kolay, en dolambaçsız yollarından biriydi ve o, bu gerçeğe hala omuz silkiyordu.

Ö

özünde özlediği, ölümünden öcü gibi korktuğu, yanında kendini özel hissettiği kimse yoktu ki öykülerini daha özenerek yazsın; bir ömür boyu herkes öyle ya da böyle ötekiydi işte.

P

pembe panjurlu bir evde yaşamak hayalinin gözlerinde bıraktığı pırıltıyı, postallı puştların para uğruna etrafa saçtıkları parlak ölümler, peşinen taktıkları prangalar pahasına muhafaza ediyordu.

R

rahatını bozmuşa benzemiyordu kötü rüzgarın saçlarını götürüyor oluşu; tam tersine rengarenk bahar çiçeklerinin ürperişi ruhunu rötuşluyordu.

S

sabahın sızı veren soğuğunda, sarmaşık gibi sarıldığı sevgilisinden ayrılıp sokaklarda sıkıla sıkıla işe gitmek, onun için bir sabır sınavıydı ve saadetini böylesine sakatlayan nasıl bir suç işlediğini düşünüyordu sus pus.

Ş

şarap sarhoşluğu şeytani düşüncelere, şairane duygulara, şakası olmayan şarkılara gebedir.

T

tası tarağı toplayıp arkaya bakmadan, geçmişi bir an olsun düşünmeden her şeyi terk etmek düşüncesi tanrıtanımazlık kadar affedilemezdi, ta ki tedirginlik denen o tehlikeli tohum filizlene dek.

U

ucu bucağı olmayan uzak ülkelerin de onu bu uzun uykudan uyandırmak adına beyhude olduğunu anlamış, kuyruğunu bacaklarının arasına almış uyuz bir köpek gibi usulca u dönüş yapmayı kararlaştırmıştı.

Ü

ümit, diyordu, ümit bir ülke insanının kafayı üşütmemek için başına üşüştüğü üç kuruşluk bir ütopyadan daha ötesi değil.

V

vefanın ve vicdanın vefat ettiği bu vakitte, vadesi yeten adama ne vaaz ne vaftiz ne de vahiy deva olur.

Y

yaşamının her saniyesini yüreğindeki yangını söndürecek tesadüfleri, yadırgamadığı ve yargılayamadığı yalnızlığının yanlışlığını düşünerek tükecetecek kadar yabancılaşmıştı her şeye.

Z

zarardan öteye geçmeyen, zamanını tütün dumanı gibi gökyüzünde belli belirsiz bir yokluğa sürükleyen zehirli fikirler kanına karışmış, tüm uzuvlarını zapt etmişti bir kez.

8.11.11

hatıralar


4 dakika 21 saniye içinde the beatles elemanları ile geyik muhabbeti çeviren, sadri alışık ile eyfel kulesi'nin altında buluşup kötü adamlara karşı birlikte kapışan, atatürk'ün sigarasını ateşleyen, mr. spock'la aynı evde takılan mirkelam, adamsın adam. bazen ciddi derecede diyorum keşke 1990 değil de 1980 doğumlu olaydım da o günleri biraz daha ayık kafayla idrak edeydim.

ab-ı hayat

bu ağabey, dustin o'halloran ağabey gerek devics albümlerinde, gerek kendi solo albümlerinde piyano yerine piyanokteyl kullansa, o bir insanın hayalgücünün nelere kadir olduğunun göstergesi olan piyanokteyl kullansa ortaya içki olarak ab-ı hayat çıkar. o kadar sükun verici ve pozitif, bir parça da imkansız.

enstrümantal

modern insan diyorlar ya hani. kafayı iphone aplikasyonları, burger king menüleri, markafoni indirimleri, tatile gitmek için çektiği banka kredisinin taksitleri ile bozan modern insanın hayattaki en büyük korkusu ibrahim tatlıses yanında aydemir akbaş, fatih terim yanında müfit erkasap, mazhar alanson yanında özkan uğur gibi kalmak. herkes solist olmak peşinde, halbuki nice nefis enstrümantal parça var. (gırnata, insan sesinin yerini tutmaz elbet. sanırım ortadaki sorun da bu. hmm. hmmm. hmmmm.)

7.11.11

nüüööeey



hulusi kentmen dayağı.
ali şen şaşırması. (nüüöööeeeey?!?!)
kartal tibet yanlış anlaması.
barış manço yüzükleri.

6.11.11

winning a battle, losing the war

mp3 çalarımı ve bilgisayarımı belirli aralıklarla yenilemeye, formatlamaya çalışırım. yeni tatlara yer açmak isterim. bu yeni tatların ise ancak yüzde birkaçı damak tadıma uyar. daha sonra eskiden yediğim lezzetlere dönüş yaparım bir şekilde. son bir yıl içinde bu bahsettiğim yeni tatların yüzde birkaçlık dilimine girmiş on şarkı var. kasım 2010'dan beri dönüp dolaşıp en fazla dinlediğim şarkılar diyebilirim. sırf bu parçalar yüzünden kendime çok kızıyorum ehliyet sahibi olmadığım için. hoş, bırak ehliyeti, herhangi bir motorlu taşıtın sürücü koltuğuna oturmuşluğum dahi yok. bu parçaları dinleyerek gecenin bir saati, şehrin boş ve geniş bulvarlarında araba kullanmak apayrı bir keyif olsa gerek...

10. ezginin günlüğü - bilmiyorum ne olacak

''ah, bir aşka yandım ki,
yelkeni yok, rüzgarı yok, derdi çok, dermanı yok...

bu kısım rakı kadehini fondiplemek, sigaranın son fırtını çekmek için eklenmiş sanki şarkıya. fena. feci. felaket. (esasında buraya 10 farklı ezginin günlüğü şarkısı yazılabilirdi; eksik bir şey, selluka, kadıköy...)

9. the last shadow puppets - my mistakes were made for you


her dinleyişimde beyin kıvrımlarımın düzleştiğini hissediyorum. kafa ütülemek değil elbette bu düzleşme. zihnin kapılarını tutan menteşelerin atması gibi bir şey. değişik. bir hayli orijinal.

8. the soundtrack of our lives - second life replay

''but somewhere i'll survive
to make you feel alive
so you could all reload
your dreams and all your hopes.''

temposu gittikçe yükselen ve tüyleri diken diken edebilme özelliğine sahip bir şarkı bu, ağır bir kere. bu minik listedeki favorim. dünya çapında bir efsane olmamasının tek sebebi, popüler bir grup tarafından söylenmemiş olması bu şarkının. böylesi daha iyi şüphesiz.

7. gülay sezer - takvimlerden haberin yok mu

bu şarkı hakkında bir yorum yapmak istemiyorum.

6. müslüm gürses - unutamadım

...


''kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde
bir türlü kendimi avutamadım''

5. the smiths - last night i dreamt that somebody loved me

''last night i dreamt
that somebody loved me
no hope, no harm
just another false alarm''

the smiths'ten daha farklı bir şey beklemek doğru olmazdı doğrusu. olması gerektiği gibi diyelim. everything in its right place.

4. empyrium - fossegrim

genç werther'in acılarına katık ederseniz şu parçayı, biraz da meyyalseniz çabuk demoralizasyona, yan etkileri fena olabilir. kasımın sarı yaprakları genç werther'in acıları için olabilecek en manidar kitap ayracıdır hani.

3. nick drake - day is done


hüzünlü şarkılar gibi güzel
güzel anılar gibi hüzünlü.

2. charles aznavour - hier encore

''daha dün 20 idik
ne çabuk geçtiniz seneler'' diyor çarls dayı. 30'lu yaşlardaki insanlara daha bir koyuyor olsa gerek.

1. kings of convenience - winning a battle, losing the war

maçı kazanıp turu atlayamamak gibi, formalite maçı gibi buruk.

kış güneşi



müslüm gürses için kendini jiletleyenlerin yanında tarkan için ayılıp bayılan, saç baş birbirine giren kızların sayısı da gözle görülür şekilde azaldı. çocukluğumun magazin programlarından hatırlarım kızların helak oluşunu. tarkan'ı pek sevmem; fakat türkçe sözlü hafif batı müziği listesi oluştursam ilk 3'te olur bu şarkı. o kadar severim. tarkan'ın tripleri, hayalimdeki mütevazılığa sahip ev, evin atmosferi ve hepsinden öte güneşin o haliyle vermesi mümkün olmayan günbatımı rengi ve, ve görselliği bir yana bırakırsak şarkı sözünün yıldız tilbe'ye ait olmasıyla müziğimizdeki en ayrıksı ve güzel şarkılardan biridir kış güneşi.

there will be blood



çok pardon ya sarı kız... :(((

4.11.11

memo

iki isim birlikte anıldığında belki insanların zihinlerinde gece-gündüz gibi karşıt şeyler çağrışıyordur bilemiyorum; fakat ikisinin de mehmet (aslında mehmet değil... mehmed ve memet) ismindeki evlatlarına gönderdikleri mektuplardan oluşan birer eseri var...

necip fazıl - zindan'dan mehmed'e mektup
nazım hikmet - cezaevinden memet fuat'a mektuplar

***

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? Belki... Daha ölmedim!

(nfk)

***

''dünyada en çok sevdiğim insanlardan biri anandır ve senin sevgin hemen bunun yanındadır ve ondan ayrılmaz. o kadar ki ne zaman ananı düşünsem derhal senin çocukluğundan çeşitli basamaklar gözümün önüne gelir.
...
velhasıl sen benim en güzel yıllarımın ve yüreğimin içinde dünyanın en güzel ve en iyi kadın başıyla yan yana ve ondan ayrılmaz bir haldesin. sen benim oğlumsun.''

(nhr)

***

(bir de cemal süreya'nın hayırsız evlat tamlamasına uyan memo'su var tabii, ayrı mesele.)

haydi karına koş

bu sene ankara devlet tiyatrolarından üç oyun izleyebildim ki hepsini izlemek niyetindeyim programdaki oyunlar ulaşımı kolay tiyatrolara sırayla geldiklerinde. en son haydi karına koş'u izleme fırsatı buldum şinasi sahnesi'nde. londralı uçkuruna düşkün bir taksi şoförünün iki karısı (2) arasına gerdiği ipte yürümeye çalışması ve bu beyhude çabaya müdahale ederek her şeyin tamamen boka sarmasına neden olan komşular, polisler, gazeteciler... kaliteli ve abartısız oyunculuğa ve yalana ve kahkahaya ve dansa (evet) doymak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim. ikinci defa gitmeyi düşünmüyor değilim şahsen.

myPhone



not iPhone but myPhone...

(şu dakika bozulsa gider yenisini alırım 89,90 türk lirasına. o kadar benimsedim, o kadar bedenimden bir parça oldu. etim oldu, tırnağım oldu, kılım oldu, tüyüm oldu, pek kıldan tüyden oldu.)

2.11.11

inanma

benim bir kot montum var. her türlü düşkırıklığını, en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış hayallerin tuz buz oluşunu, inkisar-ı hayali o üzerimdeyken yaşadım. orhan veli delisinin ceketi neyse, benim montum da o bir nevi. kadıköy'ün melankolik sokaklarında da benleydi, yenişehir'nin o melankoli ve kasvet karışımı acayip atmosferli sokaklarında da. karanfil sokakta, dost kitabevinin yanındaki müzik dükkanından etrafa yayılan iç yakıcı keman melodileri sinmiş, ceplerinde siyah ankara simidinden artakalan susam taneleri olan, bilmem kaç kişinin hayat hikayesini öyle ya da böyle dinlemiş yorgun ve bilge bir montum var benim. tanımadığım insanların sigaralarından çıkan mavimsi dumanlara maruz kalmış, yerim yurdum olmayan şehirlerin sulusepkenlerinde ıslanmış, birkaç günlüğüne sahip olup bir yerlerde unuttuğum kalemlerin mürekkepleriyle boyanmış bir montum var benim. kendime dahi söyleyemediklerimi kalp atışlarımdan, sebepsiz yere soğuk soğuk terlemelerimden anladığını bilirim. konuşmaz benim montum, hiç ses etmez; ama anlar her şeyi bilirim. bugünlerde, eski bir dost gibi, tek kelime etmeden tekrar benle geçiriyor günlerini. orada usanmadan beni bekliyor, her şeyi bilen buğulu gözlerle tebessüm ediyor sandalyemi sarmalarken.

29.10.11

22.10.11

önce şiir vardı


televizyon denen aletin türkiye toprakları üzerinde başına gelmiş en güzel şeydi bu program.

19.10.11

selluka

takvimler 1980'i gösteriyordu ve istanbul hiç olmadığı kadar pusluydu. o sabah ali'm uykusundan uyanmadı. bir yunan heykeli gibi sessiz yatıyordu; ama teni konuşuyordu. burnu, dudakları, saçları, kaşları, bıyıkları anlayana anlamlı şeyler fısıldıyordu; fakat gözleri... gözleri sanki ''bana kalsın'' der gibi sır vermiyordu bu zamansız, nedensiz, anlamsız gidişten. akıntıya karşı yüzmenin ne demek olduğunu öğrenmem işte o günlere denk düşer. çatısını kendim çattığım yeni hayatımda zerdalilerle dolu bir bahçem, selluka kokulu bir odam ve benden de yalnız kuşum dışında bir şey yoktu. her şeyim bundan ibaretti. uzun seneler kalbim kimselere meyletmedi. sevmek kolaydı ve üstelik mutlu aşk vardı. ali'mden, o ilk aşk'tan biliyordum tüm bunları; ancak içim atmıyordu kalbimin biri için delice atmasına. seneleri böyle böyle bugüne getirebildim, gölgem ve soluğumla dostluk ederek. bundan sonrasını ise, tıpkı bundan öncesini olduğu gibi bir an olsun düşünmek istemiyorum. bilmiyorum ne olacak...

17.10.11

ankara üniversitesi güzeli

işim gereği üniversiteler gezerim. (buradaki işim gereği ifadesinin 180 derece zıttını düşünmenizi öneririm.) birçok şehirde birçok üniversite gördüm; fakat bu patenti bana ait olan tespiti ankara'daki üniversiteleri baz alarak yapıyorum ki ne başkent ne bilkent ne gazi ne atılım ne hacettepe ne ufuk ne okan ne hasan... hiçbiri ankara üniversitesi güzeli adlı o biricik şahsiyeti barındırmıyor. hayır canım, demek istediğim diğer üniversitelerde güzel kızların olmadığı değil; fakat ankara üniversitesi'nde okuyan güzel kız gibi bir gerçeklik var. hem güzel, hem güzel giyinen, sosyal anlamda aktif olduğu kadar derslerinde en az bir o kadar başarılı. gündemi takip ediyor, çok okuyor; fakat hayatı ders değil. ortamına göre nasıl davranması gerektiğini biliyor, ham değil. kibirli hiç değil. sigara içiyor olabilir, olmayabilir de.

(belirli biri düşünülerek yazılmamıştır, senelerin birikimini dile getirir.)

14.10.11

stationary traveller


yunancadan urducaya, türkçeden flemenkçeye, meksika ispanyolcasından tayvancaya kadar onlarca değişik dilde ''müzikal orgazm'' gibi bir sıfat tamlaması varsa bu, stationary traveller parçasını tanımlamak için üretilmiştir. ''durağan yolcu'' böylesine bir melodiye yakışacak en güzel isim. bulunduğun yerden o anda olmak istediğin yere gayet rahat bir biçimde seyahat etmen için her türlü koşulu temin ediyor camel.

11.10.11

eksik bir şey

hüsnü arkansız ezginin günlüğü eksik bir şey gibi. bağcıkları çıkarılmış ayakkabı gibi yavan, süt içilen bardağı yıkamadan su içmek gibi moral bozucu. (haksızlık eden kan işesin, o kadar kötü değil belki, hatta hiç kötü değil; ama eksik.)

10.10.11

bir sen

bir kadına yakışıp yakışabilecek en güzel isim birsen bence. bir sen.

9.10.11

gol



adamsın...

2.10.11

barbunya





gel dedin, geldim abdurrahman çavuş!?

(intikam soğuk yenen bir aştır. e barbunya da soğuk yenen bir aştır. o zaman intikam zeytinyağlı barbunyadır.)

23.9.11

baba


fotoğrafın üstüne tıkladığınızda insanın içini dışına çıkaran bir girdabın içine sürükleniyor olacaksınız...