31.1.12

fikr-i sabit



varolmanın dayanılmaz hafifliği'ni önce okuyup sonra izleyeyim, diyorum birkaç senedir. hiç uygun zemin olmadı bu istediğimi gerçekleştirmek adına; fakat işin içine juliette girince kitabı by-pass edebilirim gibime geldi. biricik binoşçuğumun bende saplantı, idefiks, fikr-i sabit haline gelmesi de tehlikeli sonuçlar doğurabilir, surete aşık olmak siyah beyaz bir türk filminde geniş geniş işlenmiş idi, ismi lazım değil. ayrılık girmişti araya, hicrana düşmüşlerdi. gerçi ahval ve şerait tamamen farklı ve ben öğretmenine aşık olmuş bir ilkokul öğrencisi kadar çaresizlik duyuyorum. bir meyhane sarhoşu gibi sırılsıklam bir yalnızlık duyuyorum mevzubahis j&b olduğu vakit. gene de onu bir orta anadolu türküsü kadar seviyorum. o türkülerin içindeki naiflikle seviyorum. ılık bir haziran gecesi insanın burnuna birkaç sokak ötedeki evlerin bahçesinden gelen leylak kokusu kadar seviyorum. 4 numarada oturan sevgi teyzenin yumuşatıcıyı boşalttığı çamaşırlarının gece mahalleye yaydığı koku kadar seviyorum. sadri alışık'ın türkan şoray'a beslediği hislere denk benim hislerim de. yaz meyveleri kadar, taze nohutun en küçük ve en tatlı tanesi kadar mutluluk veriyor bana jb. ve, ve kusursuzluğa olan inancımın ve ondan duyduğum korkunun daha da şiddetlendiği hissediyorum. zeki müren'in narenciye taşıyan kamyonlara arka tampon yazısı olmuş o şarkısında söylediği üzere: ''rüyalarda buluşuruz :(((''

29.1.12

ömrümün gülü

gençlik ateşimi keşke daha hayırlı hadiseler hatrına harcasaymışım. takribi 55 saniyede yazdığım bu ölçülü olmasa dahi uyaklı şiiri lise yıllarından kalan bir husumetin intikamını almak için posta gastesi'nin ''yurdumun şayirleri'' köşesine gönderdi idim. üstelik şiir yayımlanmış da. o arkadaşın arkadaşları gazete görüp ''hacı seni gördük gastede, şiir yollamışın'' tarzında sorup soruşturmuşlar. şanssızlık bu ki gazetenin o nüshasını bulamadım. gönderdiğim günün ertesinde, birkaç hafta gazete bayilerinde o şiir köşesine baktım düzenli olarak. (posta almayı post-ergenlik dönemimde bırakmıştım, internetin her eve girmeye başladığı günlerle birebir örtüşür bu dönem.) gazetede denk gelmeyince umudu kesmiştim; fakat türkiye'nin en çok satan gazetesi kanalıyla necip türk halkı eserimi okuma şerefine erişmiş. senaryom o kadar sağlam ve ağlaktı ki posta gibi gazetenin üçüncü sayfa haberi yapmadığına dua etmeliyim. o işletilen şahıs etmeli. neyse.


boşa yapılan bir sanat yok görüldüğü üzere. insanların gönül yaralarına denk düşen bir anlatım var. sanat için değil, toplum için yapılıyor sanat. romancılığı-öykücülüğü ön plana çıkmış edebiyatçılarımızın şiirlerine bakıyorum, manzara bundan daha parlak değil. ahmet hamdi tanpınar ya da ne bileyim mesela ''küçük iskender'' yazılı olsaydı şiirin altında kim burun kıvırmaya cesaret edebilirdi. kimse. hatta bazılarının ağzının suyu akardı ''güççük isgender ironi yabmış aslında ehehaha:))'' biçiminde. işte hepiniz bu kadar etiket aşığısınız. (aht'ye kötü şair filan demiyorum. taş yağar başımıza hafazanallah.)

polatlı senelerdir il olmak için didinen bir ilçeyken nasıl olur da günlük gazeteye erişimi olmaz? tabii il olamaz polatlı. niye? çünkü okumuyor. polatlılar, demiryollarına sattıkları arazinin parasını ankara'nın muhtelif bölgelerindeki eğlence merkezlerinde slav güzellere yediriyor da ondan. birikim, tasarruf, vizyon namına bir şey yok. ilçemize de şu eseri kazandıralım, ufku yok. işte bir emre var. o da edebiyata, şiire sarmış vaziyette. o da okumaz. okumaz ki. (tüm polatlıların günahına girdik. vebal aldık.)

25.1.12

tekne kazıntısı

bir zamanlar anadolu'da klasörünün içinde filmin ingilizce altyazısı da varmış. öylesine filmin üzerine sürükleyip bir de altyazılı izleyeyim, dedim. oldukça hoşuma gitti böyle izlemek. bir yandan da üzüldüm anadili türkçe olmayanlar adına. o kadar çok şey kaçırıyorlar ki film boyunca. filmin en az yarısı boşa gidiyor çevrilmeyen, çevrilemeyen sözler, ünlemler, sadece orta anadolu insanına has sözler nedeniyle. uzunca bir zamandır da aklımda bir sözlük yazma düşüncesi var. bu öyle türkçe-ingilizce bir sözlük değil. hayır, esasında türkçe-ingilizce bir sözlük; fakat istanbul türkçesi olmayacak. orta anadolu türkçesi olacak. benim bu düşüncemi körükleyen filmde, kurt gibi acıkmış cinayet araştırma ekibinin lavaşla kuzu eti götürdükleri sahnede, köy muhtarının çocuklarını anlattığı sahne..

''bi de güccük gız galdı şindi, dört numara o, cemile. onun dışında da hiçbi şey yok. o da tekne gazıntısı işte, son.''

''and there's number four, the youngest girl, cemile. no one except her. she's the last, an afterthought.''

afterthought kelimesinin anlamı konuşma bittikten sonra edilen laf. kelimenin birebir tercümesi de ''sonradan düşünülen, sonradan yapılan'' zaten. çocuklar için de kullanılıyor, diğer yerlerde de kullanılıyor. ''çatı katı sonradan yapıldı. the attic was built as an afterthought.''

bunları anlatıyor oluşumun nedeni bu kelimenin türkçe karşılığının tam anlamıyla ''tekne kazıntısı'' olması. tekne kazıntısı güzelim dilimizde bildiğiniz üzere bir çiftin uzun süre sonra yaptıkları son çocuk anlamına geliyor. ben mesela bir tekne kazıntısıyım. bu lafın hikayesi de şu. eskiler ekmek yapmak için hamur yoğururlarmış. (-miş'li geçmiş zamanda anlatıyor oluşum çıktığım yumurtayı tanımayacak, beğenmeyecek kadar soysuz olduğum anlamına gelmemeli.) o hamurdan koparıp koparıp ekmek şekli vererek ocakta, tandırda pişirirlermiş. en sonda teknenin, hamur yoğrulan kabın dibinde, kenarında kalan hamur bir ekmek yapmaya yetsin diye teknenin dibinde kalan hamuru parça parça elle kazınırmış. o hamur da pek lezzetli olmaz takdir edersiniz. fırından alınan ekmeğin içinde de çıkar bazen. fırıncı eliyle topak yapmış olur hamur ''israf'' olmasın diye. o an insanın ekmek yiyesi, su içesi gelmez. o hesap.

diyeceğim yaban eller bizim insanımızın esprili ve pratik ifadelerinden mahrumlar. afterthought, sonradan düşünülen ile böylesine hamurun, ekmeğin, fırının, fırıncının kızının dahil olduğu bir arkaplana sahip bir lafın insanlarda karşılık buluş miktarı ister istemez farklı olacaktır; fakat dert değil. kolları sıvadım ingilizce-orta anadolu türkçesi sözlüğü'nü yazmaya koyuldum. şu sıralar ''gadasını almak'' deyiminin ingilizcesi üzerine çalışıyorum. aman ne sözlüğü ya.

20.1.12

vavien






-bi sigara ver la.

roller coaster

dip'ten dik'e, adeta roller coaster'i andıran bir ruh haline sahip olmanın en kestirme yolu kusursuzluk, daha doğru bir deyişle her şeyin kusursuz olmasını istemek kusuru. bu öyle bir kusur ki birbiriyle alakalı ve hatta alakasız olaylardan bir tanesi yolunda gitmediği vakit diğer olaylar da domino etkisine maruz kalır ve zaten diken üstünde olan tüm yapı yerle bir olur. birer sırça köşktür temelinde mükemmeliyetçilik olan binalar. bina inşaatında, mikrodalga fırın üretiminde, ar-ge çalışmalarında, kamyonların fren sistemlerinde mükemmeliyetçiliğin olmazsa olmaz bir koşul olması elbette çok doğaldır; fakat iş, içinde his ve hayal olan beşeri mevzulara geldiği vakit, olaya ''insan'' faktörü girdiği vakit manzara değişir. mükemmeliyetçilik esasına göre en yıkıcı depremlere dahi dayanabilen binalar inşa eden insan, özne kendisi olduğu zaman rüzgarda metrelerce yükseğe çıkan naylon poşetler gibi oradan oraya uçuşur, öylesine savunmasız kalır kanını zehirleyen, huzurunu harman gibi savuran bu illet karşısında.

17.1.12

minor empire


güzel bir fikir, neşeli bir haber, farklı açılardan bakmayı kolaylaştıran yenilikler bana her zaman heyecan verir. tiklenirim, elimi kolumu sokacak yer bulamam, vücuduma tatlı bir uyuşukluk siner. öyle ki kanıma kıvılcım sıçradığı an ekmek su aramam. açlık, susuzluk, uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmem. hoş, yorgunluğun %51'inin psikolojik olduğunu seneler evveli belgeleriyle ispat etmişliğim var, boşa konuşmasın michigan üniversitesi'nden profesör bilmem kim. neyse sakinim. son zamanlarda dinlediğim en orijinal gruplardan biri beni böylesine heyecanlandırdı işte: minor empire. kendi kafasına göre yaşayan bir grup küçük asyalı. grubun ismi bu sıfat tamlamasından geliyor desek eksik söylemiş olmayız... kanada'nın, montreal'in bağrından kopan bir grup türk ve ecneci müzisyenin caz esintileri eşliğinde türk halk müziği eserlerini yorumlamaları insana ilk duyduğunda ''ne alaka'' sorusunu sorduruyor; fakat ''bir parça, bir parça, hadi lan bir parça daha'' diye gidildiğinde ortaya evladiyelik bir albümün çıktığını fark ediyorsunuz. yüksek yüksek tepeler, zülüf dökülmüş yüze, keklik dağlarda çağılar, dostum dostum, fırat türküsü gibi türküler yer alıyor second nature adlı bu albümde. grubun ilk albümü üstelik. çöplüğe benzeyen bugünkü türk müziğinde öten bir tavus kuşu bu grup. kendi çöplüğümüzde öten horoz değil, tavus kuşu. o kadar görkemli bir iş çıkarmışlar bence. ''gençlere türk sanat/halk müzüğü sevdürecüük'' diye güzelim eserleri mahveden, kıymetli bestecileri mezarlarında kıvrandıran kolpa şarkıcıların düdüğünün öttüğünü varsayarsak, eserin hak ettiği değeri asla göremeyeceğini peşinen söyleyebiliriz.

keklik dağlarda çağılar'ı ve zülüf dökülmüş yüze'yi nefis çalıp söylemişler. neşet dayı rahatlıkla ruhunu teslim edebilir ezrail'e.

***

türkülerden bu kadar bahsetmişken eklemek isterim ki allah nasip ederse ''sadece dedelerin bildiği maniler'' isimli bir derleme çalışması yapacağım; ama sadece dedelerin bildiği maniler. benim diyen türkologun, edebiyatçının hayatta bilemeyeceği maniler. yolda, durakta, otobüste, bakkal çakkalda ayaküstü ''dede nassın?'' diye sorulduğunda tüm hayatını, gençliğinde kırdığı cevizleri bir solukta anlatan dedelerin bildiği maniler. yemin ederim, sırf bizim mahalledeki dedeleri konuştursam karamazov gardaşlar kalınlığında bir kitap çıkar ortaya. ''beli bükük de donu sökük dedem''

14.1.12

küçük şeyler



dünya üzerinde çok az aile ''lc waikiki ailesi saadeti'' yaşıyor. o aile ki giyim firması yerine pekala diş macunu reklamında da oynayabilir kulaklara varan ağızlarla. dünyadan bu kadar kam almanın sırrını, coca-cola'nın formülünün saklandığı yerde saklıyor olmalılar. kasanın anahtarını da lüks bir yolcu gemisiyle ailece yaptıkları bir gezide adriyatik denizi'nin derinliklerine yollamış olmalılar. yoksa başka bir şeyle açıklanamaz bu kadar kafa rahatlığı. ne yani, insan 14.99 liraya kazak aldı diye bu kadar sevinir mi? hm, hmm, hmmm. zannedersem formül filan fasa fiso. küçük şeylerle mutlu olmakmış esas mesele. saadet, her şeyin aynı anda mükemmel olmasını beklemeden yaşamaktaymış. hmmm. ''gözünü toprak doyursun''

13.1.12

düttürü dünya


kemal sunal'ın en buruk filmi bu düttürü dünya. biraz geç izlemiş olmakla birlikte bu tespiti yapmakta bir beis görmüyorum. mizah mı, kara mizahın kralı var, kemal sunal bu, lütfen. zaten buruklukluk bundan geliyor sanırım. hemen her gün geçtiğim yollardan kemal sunal'ın da geçmiş olduğunu, yayalara yeşil yanmasını beklediğim ışıklarda onun da beklediğini görmek hoş ve, ve mayhoş bir his. ankara'da geçen yapımlar içinde birinci bu film, ikinci de bizim evin halleri bana göre.

gırnatacı, kendi deyişiyle müzisyen, mehmet çankırı caddesi'nde bir pavyonda çalışan bir klarnetçidir. aslında tam çankırı caddesi değil pavyonun yeri. sanıyorum rüzgarlı sokak. mehmet'in karnını doyurması gereken 3 çocuğu ve bir de karısı var elbette. hıdırlıktepe'de oturuyorlar. ankara kalesi'nden bentderesi'ne doğru bakarken karşıdaki tepe. geçinmek bu şartlar altında imkansızdır bu gariban aile için. bizim müzisyen memed (müsaade ederseniz memed diyeyim sevgili okur, daha samimi geliyor bana.) hep kendi bestelediği bir şeye benzemez şarkılarının bir gün patlayıp onu çok zengin edeceği hayaliyle yaşar; fakat kendi de bilir böyle bir şeyin olmayacağını. bu arada kayınbiraderi oturdukları evin sahibidir ve evi müteahhite vermiştir. verilen mühlet dolarken memed de yüksel caddesi metro çıkışı ile karanfil'in kesişim noktasında çakmak işine girer. (şimdilerde orada bir büfe mukim.) çakmaklara gaz doldurur, taş koyar. inşaatlarda amelelik yapar; lakin kaldıramaz bu ağır yükü. kayınbiraderi, devlet dairesinde kapıcılık yapan uyanıklık abidesi kayınbiraderi sayesinde bürokraside dönen çarkları da, herkesin çok da iyi bildiği dolapları görürüz. en sonunda... daha fazla anlatmayayım evet.


detaylı incelendiğinde 80'lerde mapus yatan gençlere, devlete sırtını verenlerin inanılmaz yükselişlerine, bir kişinin sesinden bir şey olmamasına rağmen külli bir haykırışın çok 'ses' getireceğine atıflarda bulunuluyor dönemin koşullarına paralel olarak. 1988 yapımı bir film nihayetinde. dikkatimi çeken bir nokta var. memed, darbukacı arkadaşı rıfatla (cezmi baskın) mercimek çorbası içiyorlar bir çorbacıda. sahne tamamıyla zeki demirkubuz'un masumiyeti'nde bekir ve yusuf'un mercimek çorbası içme sahnesinin aynısı. belirtmeliyim ki zeki demirkubuz bu filmin yardımcı yönetmenlerinden. hoşuma gitti doğrusu. ve müzikler. fena kolpalamamış rahmetli; ama gitarlı bir melodi var film boyu çalan. deminden beri bahsettiğim burukluğun büyük kısmı bu müzikten kaynaklanıyor. tarık öcal'a ait.

velhasıl, rahmetliğin çok güzel filmlerinden biri düttürü dünya. favori kemal sunal filmim olan kapıcılar kralı'nda yanaklarım ağrıyana kadar güldükten sonra birazcık düttürü dünya izleyerek durumu 1-1'e getirebilirim. çok güldük, ağlayalım.

parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği



-teyze, insanın kedi olası geliyo valla.

12.1.12

rainy mood



rainy mood nefis bir site. zaman zaman çisilti, zaman zaman sağanak şeklinde yağan yağmurdan ve ara ara çakan şimşeklerden başka sayabileceğimiz bir özelliği yok. ''yağmur yağsa da ortalıktaki mikrobu kırsa, herkes hasta herkes'' şeklindeki serzenişlerin arttığı dönemlerde, çiftçilerin katar katar yağmur duasına çıktığı dönemlerde, sıcaktan kurdeşen dökülen dönemlerde, dellenilen dönemlerde rainymood açılır, arkaya gönle göre bir müzik döşenir ve müziğin duygu yüklü olmasına dikkat edilmelidir ki tripten tribe daha rahat girilebilsin. sonra gidip bir kupa miktarında türk kahvesi yahut neskafe yapılır. han duvarları ile orta anadolu'yu mu dolaşırsınız, genç werther'in acılarına ortak mı olursunuz, gregor samsa'ya fırlatılan elmanın içindeki kurtçuklarla ahbap mı olursunuz artık bilemem. yüreğinize serinlik ve sükunet getirebilirse ne hoş; fakat bir süre sonra yanlışlıkla rainymood sekmesi kapatıldığında derin bir oh çekmek kuvvetle muhtemel.

10.1.12

kadın!

kadın düşmanı değilim kat'iyen. hatta pek çoğunu da oldukça severim. nasıl piyano alelade sayılabilecek bir şarkıya dahil olduğunda onu çok başka boyutlara ulaştırabiliyorsa, nasıl kekik yavan bir makarnayı dünyanın en lezzetli yiyecekleri zümresine sokabiliyorsa kadınlar da çile dolduran hayatlara o kadar umut ve ferahlık getirebilir. üstelik o kadına sahip olmak da gerekmez bu tazelenişi iliklere dek hissetmek için. gülmesi, bazen ağlaması, sigarasını ateşlemesi, birini beklerken sıkılması, soğukta kızarmış burnu dahi insana kendini iyi hissettirebilir. en azından durum bu fikrimce. kadınları yalnızca ''yatak istirahati'' önerilen bir hastalık olarak görmediğimdendir belki.

benim sinirlerimi keman teli gibi geren şey, bu kadınlık olgusunun göze sokulması. internette, medyada, edebiyatta, müzikte kadınlığa samimiyetsizce vurgu yapan ibareler ''aman yea next'' demem için yeterli sebepler. hayır, kendimle çelişmiyorum. demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın, varsın boyun olmasın bir söğütünkü kadar. (hmm, bu değildi sanırım diyeceğim.) demek istediğim, mesela twitter'de çoook var bu kadınlardan. onları okuduğumda kendimi kadınlar hamamında veya östrojen ve mercimek köftesi kokan bir altın günündeymişim gibi hissediyorum. kadın olmanın herkesi ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar iğneleyerek eleştirmek ve kendilerine pay çıkarmak, ''dünya benim iki bacağımın arasından idare ediliyor haaa, evrenin merkezi iki göğsümün arasındaki düzlük ona göre bak'' vesaire. işte bu, tatsız tuzsuz lapadan başka bir şey değildir.
bunu erkekler daha çok yapıyor işin doğrusu. dünyanın sadece kendilerine tahsis edildiğini, bu alanın onların ''er meydanı'' olduğunu ve kadınların bu yiğit pehlivanlara ayran yapmaktan başka bir şeyle yükümlü olmadıklarını zannediyorlar. bu psikoloji bizde sapasağlam duruyor. bir kadın yüksek bir mevkiye geldiğinde kaç erkek ''kesin x'e çaktırmıştır'' diye geçirmiyor içinden veya kaç erkek başarılı bir kadın meslektaşını gördüğünde kıskançlıktan kıvranmıyor? çünkü kadınlara yakıştıramıyoruz başrolü. onlar dekor tasarlayabilirler, oyunculara makyaj yapabilirler, kıyafet dikebilirler; fakat sahneye çıkamazlar. neden? çünkü orası ''er meydanı'' da ondan. yanlış.

in the conclusion, i believe that (bi saniye hatlar karıştı) şunu da ekleyip kıymetli vaktinizi çaldığım için özür dileyerek ayrılacağım huzurunuzdan. (bisss huzurumuz kaçmasın. gerk.) kadınlık da erkeklik de birilerine üstten bakmak için uygun mecralar değil. birilerini hor görmek, birileriyle maytap geçmek, insafsızca eleştirmek, empati kurmak istememek gibi tatsızlık yaratması çokça muhtemel adetleriniz varsa daha farklı sıfatlar kullanarak yapın bunu. kişinin kendi elinde olmayan faktörler sayesinde sahip olduklarıyla birileri üzerinde tahakküm kurmaya çalışması ne kadar da iptidai ve çocukça bir davranıştır, değil mi alyoşa?

"bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz
derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz"

7.1.12

oblivion

yeni kayıt'a tıkladığımda aklımda bir sürü şey vardı; fakat yazmanın hiçbir fayda getirmeyeceğini bildiğim için laf salatası yapmayacağım. (not only ne doğan güne hükmüm geçer ne halden anlayan bulunur; but also söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.) merhum astor piazzolla'nın oblivion'u, şimdiye dek dinlediğim sayısı belki onbinleri aşan müzik eserleri içinde en tepede yer alan eserdir. nasıl bu seviyeye gelebildi bu ilişki bilemiyorum; ellerden sakındığım için biraz da galiba. oblivion'u, yani ''unutulma, nisyan'' anlamına gelen bu parçayı birçok kişi kendine göre yorumlamış, cover'lamış; kavurup kendi baharatlarını ekleyerek sunmuşlar karnı kadar gönlü de aç insanlara. bu aşçılardan ikisi de bizim toprağımızdan. saro seçikyan ve gülay sezer. sadece toros dağları'nda, erciyes'in eteklerinde, fırat'ın beslediği ovalarda yetişen baharatları kullanmışlar kavurmalarında. gerçi et güvenilir kasaptan alınınca onun yahnisi de güzel oluyor. hakikaten iki sanatçımız da hakkını vermiş malzemenin. ama yine de benim favorim gidon kremer'e ait. 30'a yakın farklı profesyonel icrayı ve bir o kadar da youtube icrasını dinlemiş olmama rağmen her farklı yorum ilk heyecanı duymama yetiyor. buenos aires'te pişiyor, ankara'ya da düşüyor. müzik dışında bu kadar kapa kacağa sığmayan başka ne var acaba? acaba? ha? ne?

6.1.12

bilemez ki insan çıkar yarına



azer bülbül (asıl ismiyle sübutay kesgin) sevilsin yahut sevilmesin medyada, internette ya da insanlar arasında konuşma-eğlenme maddesi olmuş bir insandı titrek hareketleriyle. antalya'da kaldığı otelde ruhunu azrail'e teslim etmiş. 42 yaşındayken üstelik. doğal bir kalp krizi mi, yoksa kalp krizine neden olabilecek diğer başka faktörler mi etkili bu ölümde belli olur birkaç güne. pek dinlediğim bir insan değildi; lakin çevremdeki bazı kişilerin ve levent kırca'nın skeçlerinin etkisiyle oldukça maruz kalmıştım kendisinin hardcore şarkılarına.

bir keresinde, yani bundan yaklaşık 10 sene evvel, bizim peder trt'nin servisini çekiyordu. trt yapımı birçok belgesele, programa, diziye, filme oyuncu, teknik ekip, sanatçı vs. taşıyordu bizim pejo j9 ile. bir akşam, annem benden ne kadar yıldıysa ''al da git şunu'' diye babama salça etmişti beni. o da beni de alıp götürdüydü bahçelievler'deki trt arı stüdyosu'na. hiç unutmam; özhan eren (akp'nin ''haydi bir daha'' reklamının yapımcısı, şarkı ona ait), şükrüye tutkun ve azer bülbül vardı o geceki sayısal gece'de. o zamanlar pek şaşaalı kutlanıyordu çekiliş. şarkılar söylendi, türküler çığrıldı, eller çırpıldı; bu üç sanatçı, ben ve babam bahçeli'den esenboğa'ya kadar birlikte gitti idik. stüdyo çıkışında minibüsü bayağı bir sallamıştı ''azer fan club'' üyeleri. kendisinin servisin en arkasına geçip depresif ergen modunda başını cama dayayarak yolculuk ettiğini hatırlıyorum.

dediğim gibi sevilsin ya da sevilmesin bir dönemin en renkli (mi acaba?) simalarından birini erken yaşta kaybetmek tatsız bir hadise. allah günahlarını affedip fanlarına uzun ömür versin, ne diyek.

''bilemez ki insan çıkar yarına
sen yine de sarıl umutlarına.''

ilk dinleyişte aşık olunan kadınlar/şarkılar

''bazı kadınlar çok güzel. ölümcül derecede güzel. ---drmsbyrm, sağmalcılar''

''bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz
derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz?''



5) karin dreijer andersson (röyksopp) - where else is there

karabasan gibi çöktü içime ilk dinleyişte karın deşer andersson'un hipnoz edici sesi. kendisi sasılık derecesinde sarışın, albino neredeyse. isveçli hanım kızlarımızın kahir ekseriyetinde görülen bir özellik bu tabii ki. fevkalade güzel, fevkalade ayrıksı. (''ilden ayrıksı'' şeklinde kullanılır yurdun muhtelif yörelerinde.)



4) beth gibbons (portishead) - glory box

daha ziyade şarkının mısra-ı berceste'si olan ''give a reason to love you'' olarak bilinen bu şarkı, sinsi sinsi başlayıp sinsi sinsi biter de hiçbir şeyin farkına varan olmaz. ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur. son derece tahrik edici.




3) zooey deschanel (she & him) - please, please, please let me get what i want

morrissey efendi'den çok daha güzel söylediğini düşünüyorum bu hanım kızımızın o enfes şarkıyı. mayıs güneşinde tüm insanoğlunun evlerinin balkonunda domatesli, biberli, peynirli, zeytinli, patates kızartmalı, közleme patlıcanlı, sucuklu, börekli, simitli, doğuş çaylı kahvaltı yaptıkları bir dünya hayali kadar huzur verici geliyor bana bu yavru ceylanın sesi. ''see, the life i've had can make a good man bad''


2) laura marling - night terror

90 doğumlu olmasına rağmen yaşı yarım asrı geçmiş birçok kelli felli kadından çok daha fazlasını yapıyor bu ''teze'' kız bence ve zannedersem bu daha başlangıç. sesinde insanı iğneleyen bir tını var, sesinde bokeh etkisi var.


1) lykke li - i follow rivers

laura'ya dedik sesinde iğneleyici bir şeyler var diye; fakat lykke'nin sesi direkt iğneyi de çuvaldızı da batırıyor dinleyen kişiye. çok tesirli sesi. abdest alıp iki rekat kıble'ye dönse, ardından bir cüz kur'an okusa cuma toplantılarının vazgeçilmez ismi olur lyyke. neyle besleniyor, yatmadan evvel ne içiyor, güne nasıl başlıyor, olmazsa olmazları ne böylesine bir sese sahip olmak için meraklar içindeyim. ''belki körsün, kırılmışsın, telaş içindesin. kötü rüzgar saçlarını götürüyor.''


******

içkiye benzer bir şey var bu seslerde.

2.1.12

yüzyıllık yalnızlık 2

''yüzyıllık yalnızlık 2''yi yazabilecek kadar çok yaşanmamışlığa sahip olduğumun farkına vardım dün gece. dişimin arasına kaçan ayva parçasını tam 25 dakika dilimin ucuyla çıkarmaya çalıştım; fakat bunun boşa bir çaba olduğunu anlayınca eşofmanımın şeridindeki sökük ipliği koparıp bir de onunla denedim ve çıkarmayı başardım. işte tam o an verdim bu kararı. YY2 yazılmalıydı, YY2'yi ben yazmalıydım!

yatağa uzanıp gözlerimin karanlıkta görmediği nesneleri, bir süre sonra ayırt etmeye başladığı sırada dilim gene rahat durmuyordu. annemin bayat ekmekten yaptığı tostun kıtır kısımları, damağımı tahriş etmişti. dilimi o tahriş olan bölgelere değdirdiğimde 9 voltluk pilin verdiği o iç gıdıklayıcı hissi yeni baştan yaşadım. yine bu esnada verdim romanıma adını: İki Yüzyıllık Yalnızlık. çünkü YY2 isminde ısrarcı olursam bu toprakların 1923 senesinden beri gelmiş geçmiş en ballı insanı olan can öz'le papaz olabilirdik. o yüzden böyle bir kayserili kurnazlığı yaptım.

romandaki olaylar, genel hatlarıyla kayseri kırsalında, bayramoğlu aşiretinin iki asırdır neyi-nerede yanlış yapıp nasıl bu kadar yalnız kalabildiklerini efsunlu bir gerçekçilikle dile anlatıyor. kitabın önümüzdeki 50 yıl içinde raflardaki yerini alacağını öngörüyorum. ve en azından okurlarıma peşinen şu müjdeyi verebilirim ki ensest gibi, öz hala ile cima gibi, aşk-ı memnu gibi bizim insanımızın mayasına uymayan, ahlak kurumunun köküne tesiri artsın diye ayran suyuna bandırılmış dinamit yerleştiren bu tür tatsız mevzular ele alınmayacak eserde.

ben teşekkür ederim.

J&B

kötü konuşabilirsin.