11.3.12

216



dün uzun zamandır beklediğim bir hadise cereyan etti. samsun 216 içen biriyle vakit geçirdim. bu arkadaş, paketin götüne vurup bana teklif ettiğinde kendime engel olamadım; çünkü bu sigaranın protest bir yanı olduğunu bilirim. babaların sigarasıdır samsun. ancak geceyarısı eve girebilen, üstü başı 10 numara yağ kokan emekçi babaların sigarasıdır. kokusu, babaların dışarıdan montlarıyla getirdikleri soğuğun yancısıdır. tek eğlencesi "sigara" olan insanların sigarasıdır. samsun içip de doğru yoldan sapan, bulunduğu muhitin huzurunu kaçıran kimselere rastlamadım ben henüz. bu insanlar, 20. yüzyılın ilk yarısındaki insan ilişkilerini hala muhafaza eden, saygılı ve naif insanlardır. zenginlik ya da garibanlık bir tarafa, bir duruşun sigarasıdır samsun. saygılı duruşun işaretidir. görece ucuzdur (beş lira), bu yüzden öğrenci/gariban sigarası olarak görülür; fakat tütün kalitesi kendi sınıfındaki sigaralara göre birkaç gömlek üsttedir. onlar gibi ağızda naylon tadı bırakmaz ve bir dal uzun bir süre götürür; hemen bir tane daha yakma ihtiyacı duymaz içen adam. velhasıl dedelerim nedeniyle çocukluğumda önemli bir yer işgal eden bu sigara, ilk nefeste tüm o eski anılarımı tazeledi. marlboro kutusuna samsun koyan "zozo emmi" geldi aklıma.

3.3.12

şirazlı: bir tehcir hikayesi

bazı geceler annemin yanına uzanırım, eskilerden konuşuruz. aslında annem anlattıkça ben deşerim. konu konuyu açar, öylece zamanda seyahat ederiz birlikte. genelde köy hayatından ilginç kesitler sunar annem bu yolculuklarımızda. o kadar çok malzemesi, o kadar çok tanıdığı, o kadar çok gün görmüşlüğü ve o kadar çok gün görmemişliği var ki bazen kurduğu zincirleme isim tamlamalarını zihnimde canlandırmaya, kendi dayımın kayınçosunun hanımına uyarlamaya çalışırken konuyu unuturum. yalnız anlatırken dinleyicinin dikkatini ve ilgisini düşürmemeye özen gösterecek kadar yaşayan bir dille, gerektiğinde sözkonusu kişinin konuşma biçimini taklit ederek anlatır annem. ondan öğrendiğim olayların benzerlerine sadece gabriel garcia marquez eserlerinde rastladığımı da belirtmeliyim. adeta macondo'ymuş bizim köy. mesela en son çırazlı diye bir kadından bahsetti ki kendisini çocukken görmüşlüğüm vardır. kocası ''mücafer'' adında uzun, ince, kavruk, üst dudağında 2 santimetre eninde siyah bir bant gibi duran bıyığı olan, geçimini köyde ayakkabı tamiriyle sağlayan garip, naif bir adamdı. dedelerimin ahbabıydı. abimi pek severmiş küçükken. mücafer emmi, sanırım 2000'de, ölünce alamancı abisi halis, mücafer emminin karısı ''çırazlı'' teyzeme ''evi boşalt, köyüne geri dön'' demiş. şimdi bizim köyde, bizim köyden olmayan yaşlı gelinlere onların köyüyle hitap edilir. ankaralı, nevşehirli, samsunlu değil de; çırazlı, harsalı, elbaşılı, ekrekli gibi. bu çıraz'ın gerçek adı şiraz'dır ve anneannem de tomarza'nın bu şiraz adlı köyündendir; fakat anneanneme nedense çırazlı (şirazlı) denmezdi. (şiraz, bilindiği üzere şairleriyle ünlü ve eski pers başkenti persepolis'e oldukça yakın bir iran şehri. ayrıca kaliteli bir şarap üzümü. farsçadaki anlamı ise ''sır şehri'' imiş.) neyse konuyu dağıtmadan, çırazlı teyzeme ''evi boşalt'' talimatı gelince yüksek yüksek makamlardan, garibim şiraz'daki dul kardeşinin yanına gitmeye karar vermiş. hürce alınmış bir karar değil elbet, mecburiyet. bir gün traktörün römorkuyla gelip götürmüşler çırazlı teyzemi. annem anlattığında çok komiğime gitti, garibin ne eşyası olacak. 2-3 yorgan, minder, birkaç döşek. o kadar, başka bir şey yok. römorkun bir bölümüne eşyalar yüklenmiş, geri kalan kısmına koca avrat oturmuş, kalan kısmına da koca avradın tezekleri ve sayısı 10'u bulan tavukları ve onların cücükleri. kadın, tezek, civciv, döşek ve kadının kendini yerçekiminin çekiciliğine kaptırmış memelerinin arasındaki bir tomar alaman markı.