22.9.13

sehl-i mümteni

kadınlarla ilgili uzun bir süredir zihnimde oynaya oynaya, evire çevire koca bir yumak haline getirdiğim bir düşünceyi geçen bir arkadaşım o kadar kolaylıkla dile getirdi ki, sehl-i mümteni yaptı oğlan. ondan sonra bu yumak çözülmeye başladı...

kadınları bir objeden, biblodan, saksıdan, vajinadan ibaret gören bir güruh var. bunlar nasıl insanlardır bilir misiniz? mesela sigara içiyorsunuz bu kişiyle. ve sizin sigaranız bitmiş. bu kişinin sigarası da kül tablasında. işte bu sigaradan destursuz bir fırt alabileceğiniz, yeri geldiğinde bir şişe içeceği, suyu, içkiyi paylaşabileceğiniz biri değildir bu insan. şahsi tecrübelerim gibi algılanabilir; ama bir şey anlatmaya çalışıyorum. bu insanlarda paylaşım, dayanışma, birlik olma duyguları yoktur. kanaat, tatmin diye bir şey bilmezler. çok yetmez bunlara. daha çok lazımdır. sürekli ve sürekli ve sürekli bir tüketim zincirinin parçasıdırlar. 

ve bir de 'kıroluk' seviyesinde bir romantizme kaçma tehlikesini göze alarak kullanacağım bu ifadeyi, kadınları 'çiçek' olarak gören bir tayfa var. kadını koynunda değil de karşısında ister. ancak bu şehevi arzularından arınmışlardır anlamına da gelmez; ancak orgazm sigarasından ziyade birlikte içilen lezzetli bir kahvenin peşindedirler. bu insanlar öyle naiftir ki mesela bu adamdan borç al, bu adamı bir daha göremezsin. senin mahcup olacağını düşünerek sana görünmek istemez. 

konuyu efendi adam vs. piç adam polemiğine getirmek istemiyorum; ama bu ikilem hakikaten düşünmeye değer. değmez yahut. kişiden kişiye göre değişir hani. ailesinden biri kanser olan biri için incir çekirdeği kadar önemi kalmamıştır bunların. ölüm karşısında ya da bir insanın alıp vereceği bir soluk karşısında daha önemli ne olabilir ki? hayatında atlattığı en büyük badire, bu memlekette her gün yüzbinlerce insanın hayatının rutini haline gelmiş insanların ise tüm dünyası bu sabun köpüğünden mesele üzerine kuruludur.

neyse, kadın dedik, herifçioğullarını didikledik. haddini aşan laflar etmekten korkarım; ama düşüncelerime de ket vuramam. zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.

14.9.13

süper lüx

gecenin mi sabahın mı şu vakti, tam uykuya dalmak üzereyken bir sürü anı belirdi kafamda. anı sokması yaşadım bir nevi. "şu yaşa geldin bırak ehliyeti, daha kontak anahtarını çevirmiş değilsin, oysa şimdi şehrin boş caddelerinde, şehrin birbirinden her anlamda farklı mahallelerinin ara sokaklarında aziza mustafa zadeh dinleyerek araba kullanmak ne güzel olabilirdi" diye söylenirken birden kendimi eski mahallemizde buldum.

ankara/yenimahalle... kaymakamlığın 3 sokak üstü... taner sokak...

şimdi bu mahalle, yani yenimahalle'nin bu bölgeleri bana kalırsa ankara'nın en yaşanası yerleridir veya 12 sene yaşadığımdan bana öyle geliyor. ama insanlar temizdi, komşuluklar iyiydi, çocuklar sokaklarda oynardı. güzel günlerdi kısaca, çok özlüyorum. bu mahallede serap apartmanı diye bir yer vardı. mahallenin en kıyak apartmanıydı deyim yerindeyse. şekilli insanlar otururdu. bu binada işte, şimdi adını unuttum, sarışın bir çocuk vardı. umut sarıkaya'nın tarif ettiği sarışın, ipeksi saçlara sahip zengin bebesiydi resmen. babası albaydı. annesi de sarışın bir milf ablamızdı. bir keresinde balkondan beri çağırıp bakkaldan yoğurt aldırmıştı sabah. isteğini yerine getirdikten sonra 'niye kendi bebelerini göndermiyon orospu' diye içerlediğimi de hatırlıyorum. ama olsun, gecelikli halini görmüştüm kapıya götürdüğümde yoğurdu. bu çocuğun ablası da sonradan manken munken mi ne olmuş. sokaktan geçerken ağzımızın suyu akardı. neyse, bu çocuk zengin bebesiydi nazarımızda. atatürk ilköğretim okulu vardı. hala da var, yahya kemal beyatlı lisesi'nin yanında. yani bizim sokağa yürüyerek 10 dakika filan uzaklıkta. bu çocuk, ismi berke miydi neydi, o göt kadar mesafe için servise binerdi. lan halbuki bizim elemanların çoğu da o okula gidiyorlar, hepsi de yürüyor maşşallah. o çocuk kafamızla ne şaşardık buna. bu çocuk mesela, bizle fazla takılmazdı, hatta kimseyle takıldığını görmedik, ama bazen bakkaldan cips alırdı taso için. biz de alırdık, lakin bu piç sırf taso için alırdı cipsi, yemezdi. ya bize verirdi ya da atardı güzelim rafılsı. fakat az evvel, uykuya dalmadan önce yani, aklıma gelen sahne bende çok iz bırakmıştı. bir gün gene bizim çocuklarla oturuyoruz, bu da geldi. benim arkadaşlarımdan biriyle aynı okula gittiklerinden ahbaplardı sözüm ona. bu cebinden koca bir poşet kuruyemiş çıkardı. ama öyle fıstık ve leblebi ağırlıklı tırt kokteyllerden değil. kuruyemişçilerde süper lüx diye adlandırılan en baba kokteyl. içinde o zaman adını çok sonraları öğreneceğimiz kaju bile vardı. çocuk bize de verdi, allah var; fakat kendi yiyişini hiç unutamıyorum. bir avuç aldı eline; ama elindekilerin yarısı yere dökülüyordu. o kadar geniş yiyordu çocuk. nedense çocukluğuma dair garip bir anı olarak kalmıştır bu piçin savurganlığı. bu hadise sokakta bile olsa, elimden bir şey düştüğünde mümkün mertebe temizleyip tekrar yemek gibi bir alışkanlık kazandırdı bana.

bilmem iyi, bilmem kötü.

6.8.13

eğlencelik

şimdi, ben markete niye giderim. meşrubat/abur cubur/ekmek/sigara almak için giderim. yemek pişiren biri de değilim, ya anne yemeği ya da dışarıdan yenen yemek. hal böyle olunca yemek pişirmeye yarayan temel gıda maddelerini annem sipariş etmediği sürece almam. 

ama bazı marketlere bakıyorum, bu marketler de gelir seviyesi yüksek insanların yaşadığı bir muhitte olsun mesela. orta yaşlı ve üstü çiftler, mesela 50-55 yaş civarı bir çift bir kalem de mi salça/pirinç/bulgur/un/yağ/şeker almaz. adamlar 150 liralık alışveriş yapıyor, alınan şeylerle bir öğün doymanın imkanı yok: cips, ananas, dondurma, tekirdağ, 6'lı ice tea, envai çeşit çikolata, fındık fıstık. özellikle bilkent real'de çok gözüme çarpıyor bu hal. sırf eğlencelik. mesela et de fazla talep görüyor bu kitleden. ama öyle kuşbaşı, ciğer, göğüs vs. filan değil. salam, sucuk, sosis, jambon, kuru et gibi işlenmiş et çeşitleri.

bir de madalyonun öbür yüzü. gelir seviyesi daha düşük marketlerde alışveriş tutarı ne olursa olsun, alınan şeylerle bir ailenin tenceresi birkaç hafta kaynar. kasaya ödenen tutarın en fazla %10'u eğlencelik gıda maddelerinden oluşuyor. bu da genelde dondurma ya da çekirdek oluyor.

orta yaş vurgusunun nedeni ise öğrencilerin, genç bekarların ve yeni evlilerin abur cubur yemeye daha meyilli olması, abur cuburu midelerinin kaldırabilmesi. (gerçi yaşlıların fanta, cips, bisküvi gibi şeyleri çok sevmesi de az görülür vakalar değil.) ama garipsiyorum böyle insanların abur cubur merakını.

biri bunun nedenini açıklayabilir mi lan?

7.7.13

der untergang

bugün sakal tıraşı olmak için ankara/kızılay'da bir berbere gittim. sakalı da yaklaşık 40 gündür kesmiyorum. oldukça uzadıydı. uçları kızarmıştı, turunculaşmıştı neredeyse. neyse ben gece 2 gibi aniden gelen yakışıklılık hissi sebebiyle memnundum sakalımdan; fakat aslında terörist gibi göründüğümün de bilincindeydim. üç ay sakal kesmeme yeminimi bozdum 'ufak' bir moral bozukluğuyla. 

sonra berber sakalı makineyle aldı. açıldı yüz. berber abi "iyi ya gençmişsin, sakal adamı yaşlı gösteriyor" dedi. ben "kaç gibi gösteriyorum ki" dedim. "bizle filansın herhalde" dedi. "sen kaçlısın" dediğimde benden 7 yaş büyük olduğunu anladım. 1983 nereeee, 1990 nere amına koyum ya. bir de bunların meslekte büyük göstermek iyiymişmişmiş, insanlar buna tıraş olmak istememişmiş zamanında küçük gösterdiği için. 

birberberbirberberegelberaberbizberaberbirberber abi,

büyük göstermek sucks.
çökmek rocks.

17.4.13

tıraş sonrası saçı yıkatabileceğini fark etme yaşı

şimdi biz küçüklüğümüzde genellikle babamızla berbere gittiğimizden tıraş sonrası berberin ''saçları yıkayalım mı canım?'' sorusunun ardından babamızın gözünün içine bakmış insanlarız. babalar, genelde berberden sonra bizi eve yollayıp kendi işlerine gittiklerinden bu soruya ''eve gidecek zaten, gerek yok'' cevabını verirler; ancak kendileri tıraş olduktan sonra köpürttüre köpürttüre yıkatırlar saçlarını. 

zamanla tıraşa yalnız gidildikçe ''ulan madem o kadar istiyorsun, yıkat anasını satıyım. en fazla iki milyon daha alır fazladan'' denir ve tıraştan sonra berber daha sormadan ''usta yıkayalım ya, kaşınıyo sonra'' denir. bu, orta sınıf türk gencinin hayatında ilk sigara, ilk kopya, ilk kavga, ilk seks kadar önemli bir ilktir.

29.1.13

dut ağacı

ağzımda sabah türküsübahçedeki sandal'ı onarıp denize istavrit tutmaya açıldığım gün, ne bilinmeyen ülke'ye doğru, yer yer akıntıya karşı, kürek çekeceğimi ne de japon balıkçı'yla elimdeki çeyrek elma'yı paylaşacağımı biliyordum. sandalı kıyıya çıkarıp bulduğumuz dut ağacı'nın altında tütün sararken fark ettim eksik bir şey'lerin varlığını. aşk yüzündenilk aşk yüzünden düştüğüm hallerin rüya'dan eksik kalır yanı yoktu. sanki düşler sokağı'ndaydım, etrafımdaki kedi'ler, sardunya'lar, selluka'lar hep ebruli renkteydi. kendimi daha evvel hiç bu kadar naçar hissetmemiştim; fakat her şey yolunda'ydı o sabah. çünkü sevmek kolay'dı, seni düşünmek güzel şey'di.

24.1.13

gün eksilmesin penceremden


ecinnilerle boğuşulan korkulu, sıçramalı, bol kesilmeli, susuz ve rahatsız bir gecenin ardından iki üç senedir sürekli aklıma gelen bir hayalimi (uktemi) bugün gerçekleştirdim.

millet tatilde izmir’e, antalya’ya, bodrum’a gider. zürih’e, venedik’e kaymaya gider. varsın gitsinler. ben cahit sıtkı tarancı’nın kabrine giderim.

önce mezarlık bilgi sisteminden tarancı’nın bulunduğu, çiçeklerle birlikte olduğu yeri öğrendim. ankara cebeci asri mezarlığı, ada no: 12, parsel no: 138 (147. sokak ile 149. sokağın kesistiği bölge. mezarlığın 2. kapısına yakın.)

tabii her şey böyle internetten bakıp gitmek kadar kolay olmadı. mezarlığın içinde bir saate yakın aradım kabri. gerçi güvenlik görevlilerine de sordum; ama her zaman olduğu gibi aklımda tutamadım “şurdan sağa-ordan sola-sonra tekrar sağ-500 metre yürü-kulübenin 300 metre ilerisinde” tadındaki tarifi.



hoş, bu sayede mezarlıkta, kendine has bir havası olan yeşilliği bol mezarlıkta, hava güneşli olmasına karşın nisan rüzgarları gibi ferahlatıcı esintiler eşliğinde gezdim. hiç gocunmadım. birçok kelli felli insanın mezarını gördüm. ntv’nin sahibi ferit şahenk’in babası da oradaydı. asala tarafından şehit edilen türk diplomatlar oradaydı. bilmem ne bankasının muhasebat müdürü de oradaydı. yozgat/sorgun/güveçli köyünden ayşe öztemiz de oradaydı. gökyüzü ya da güneş nasıl tüm insanları sarmalıyorsa, toprağın yaptığı da bundan başkası değilmiş.

sonra mezarlığın bahçıvanı anladı benim derdimi. alıp götürdü beni önünden en az iki sefer geçip de görmediğim mezara. (gerçi bahçıvanla karşılaştığımda bulmak üzereydim.)

sonra?

sonrası sessizlik.

aslında sessizlik değil.

bahçıvan, beni tarancı’nın torunu sanıp başladı mezarlığı temizlemeye. ben hiçbir şey demedim halbuki. arsız otları temizledi. ölümle ilgili, sahip çıkılmayan ölülerle ilgili, hayırsızlıkla, nankörlükle ilgili biraz hamasi de olsa doğru şeyler söyledi. sonra, tarancı’nın annesinin mezarındaki kart otları temizlerken bir adet kartvizit buldu. bu bahçıvanın geçen sene ölen kardeşi de mezarlıkta bahçıvanmış. mezarların üzerine telefon numarasını bırakıyormuş ki mezar bakımı yapılabilsin, üç beş kuruş kazanabilsinler. o an, değişik bir andı. tarifsizdi.




karşılıklı iyi dilek değiş tokuşunun ardından bahçıvan gitti. çiçek filan ektirmek isteyip istemediğimi sordu. iki kasa kadar fide dikilebilirmiş. diyemedim ki orada yatanın kendisi o çiçekler diye. diyemedim.

sonra?

oturduk.