30.3.18

aliterasyon

jest jeneratörü janset'in jüpiter'deki jübilesinde; jartiyeri jiletlenmiş jenositçi jinekolog jale, jurnalci jenerasyondan jakoben jeyan, janjanlı jimnastikçi jülide, jamaikalı jön jigolo; jöleli japon jandarmayla jambon jelatinliyorlardı.

***

ığıl ığıl ıraksayan ıtırlı ışıl'ı ısrarlı ıslıklarıyla ıslatan ıspartalı ırkçı ırgat; ısfahan'dan ısmarladığı ıhlamurla ısınıyor, ılıyan ıstakozlu ıspanağı ızgarada ısıtırken ılıman ığdır'ın ıssız ırmaklarında ıskaladığı ıslak ışıltının ıstırabıyla ıkınıyordu.

***

üsküdarlı üşengeç üfürükçü, ürgüplü ümmi üzüm üreticisine üstünkörü üslubuyla ütopyalar üretirken ünlemleriyle üşüyen üveyikleri ürküten üryan üsteğmen, ünlü üroloji üstadını ürpertiyor; ünsiyetten ülfet üreten ümitsiz üç üniversiteli, ümmetin ümüğünde ülser üremesine üzülüyordu.

***

cebeci camii'nin cenup cihetindeki caddede; ciyaklayan cılız civcivlerle, cehennemlik cimri cazgır cadıyla, cüsseli cahil cascavlak cellatla, cüzzamlı cıvık cankurtaranla, cenindeki cerahate celallenen cüretkar cerrahla, cıva cımbızlamakla cezalandırılan ceketsiz cambazla, cezayirli cibilliyetsiz casusla, camgöbeği cübbeli ciddiyetsiz cenabet cuma cemaatiyle, ceylan cismindeki canavar cinleri canilikten caydıran cilveli cariyelerle, cebindeki cihazla cesetleri canlandıran ciritçi cefakar cüceyle, ciddi ciddi cümle cihanın cüzdanını cukkalayan cepçi ceberut cumhurbaşkanıyla cansiparane cedelleşiyordu cemali cennet cillop ceren.

***

paraşütü patlak pejmürde pantolonlu parasız peltek palyaço, panayırdaki parkurda patlattığı parlak parendelerle paytak penguenlere panik pompalarken pirinç pilavı pişirmekten pek pörsümüş parmaklarını piyanoya perçinleyen, performansının pekala palazlanmasıyla portakallı pastayı pembe pullu pisboğaz papağanla paylaşan pınar; pervanesi paslı, pistonları paydostaki pilotun perişanlığıyla papatya parfümü püskürten puslu pazar poyrazında piyale parkı'nda planlanan piknikte paltosundan pırtan pahalı pipoyu palas pandıras parlattı.

***

yıldızlı yalın yaz yatsısında, yasemin yorgun yakut yüreğindeki yığınla yarayı yamayarak yaşadıkça yudum yudum yeniden yaklaşan yoğun yoksunluğunu, yapmacık yapboz yaşamların yozluğu yüzünden yazgısını yenibaştan yazmaya yönelerek yanına yuvalanmış yılansı yamyam yüklerini, yanıbaşına yerleşmiş yaşlı yatalak yeislerini, yutkunmaktan yorulduğu yakışıksız yaslı yarım yarınlarını, yeraltından yeşeren yangınını yatıştıramadığı yenilmez yabani yönelimlerini, ya yalakalıkta yahut yargılamakta yarışan yalancı yılışık yarenlerini yapabilirse yoksayacağını yazdı yuvarlak yassı yeşil yaprağın yaldızlı yansımasına.

***

edirne'deki esintili esrarengiz evini emektar ecnebi emlakçıya emanet edip eskişehir'den ev edinen eşsiz esmer ebru, elli elmas ederindeki ekşi elma esanslı enteresan eflatun eldivenleriyle, etrafında enerjisini ezelden ebede emen ebleh erotik esprileri, ecinnilerle eğlenip evlenen egosantrik eroinman erkekleri, egzotik esrarkeş evliyaları, entrika eksperi egeli eşkıyaları, eğitimsiz enayi ergenleri epey etkili esrarla egemenliğine ekleyen edepsiz esnafı ebediyen etkisizleştirip engin endamıyla eklemlerini esnetiyor, ensesiyle eteğindeki elektriği eylemsizleştiriyordu.

19.6.15

belalı



belalı diye mahalle bebesine denir. türlü ailevi ve maddi nedenler dolayısıyla düzenli bir aile hayatı olmayan, okulu pek iplemeyen, parklarda ona buna sataşan, haraç toplamasa bile "gel la buraya" diyerek karşısındakini sindiren ve kendi emellerine alet ettikten sonra o kişiye karşı kötülük yapma eğilimini bir kenara bırakan, "bu saatten sonra gardaşımsın, bi sıkıntın olursa yanıma gel" diyerek kendine avane devşiren genç erkeklere belalı denir.

belalı, "gel la buraya" diyerek etrafındaki kendi akranlarından sigara (çekirdek, bozuk para vs.) isteyen, ancak sigara aldığı kişiyle o sigarayı birlikte içen ve sonrasında şayet aynı ortamlarda sık karşılaşıyorlarsa o sigara istenen çocuğa bir zararı dokunmayandır.

belalı, hayata 5-0 mağlup başlamanın hıncını, örneğin gayet güzel seyreden bir mahalle maçına davet edilmeksizin dahil olan, kimsenin faul yapmaya ve çalım atmaya pek yanaşmadığı, birkaç şekilli hareket yaptıktan sonra güç gösterisi yapmak adına topu dikey ya da yatay olarak olabilecek en uzak noktaya atarak çıkarandır.

belalı, e30 ya da façalı şahin gibi arabalarla hoşlaştığı kızı liseden alıp akrobatik hareketler ve sürat denemesi yapan, sonra kıza doritos, kola, dondurma vs. alıp arabayı tenhalığa çeken, trafikte en ufak bir sürtüşme anında levyeyi kapmaktan sakınmayandır.

belalı, kendi avanesinden birini ağlarken gördüğünde "oğlum, ağlama, ne oldu söyle bak, olom ağlama baghk" diyerek ağlayan kişiye bir tokat daha atan, sonrasında ağlayan kişinin biri tarafından dövüldüğünü öğrendiğinde o dayağı atan kişinin yedi sülalesine tek başına dalandır.

belalı, bomonti ve tuborg sevmez. efes ekstra'dan şaşmaz.

belalı, kurugöttür, çelimsizdir; ama hiç üşümez. yaz kış beyaz gömlekle gezer.

belalı, kavruktur.

belalı, kavgada yarın yokmuşçasına hareket edendir.

ve belalı, mahalle serserisi değildir. iflah olma, tövbekar olma kapasitesi vardır. suyuna gidilirse iyi bir arkadaş da olur. ancak, bir süre sonra bağlar kopar. yıllar sonra ya öldüğünü öğrenirsin, ya bilmemnereninabcdef cezaevlerinden birinde olduğunu ya da aile babası olup düzenli bir hayata dahlolduğunu. 

15.6.15

mesude





sevgili halam mesude bayram 1974 - kayseri doğumlu... biz kendisine ''mesut'' diyoruz kısaca. kendisi latif doğan ve ahmet necdet sezer aşığı. hafızası çok keskin. seneler evvel gördüğü birini şıp diye tanıyor. isimleri asla unutmuyor. (geçen yaz, sabah alt komşunun bir yaşındaki oğlu bize gelmişti. mesutçuğum da sevmişti hasan ismindeki sübyanı. o günün akşamı bu kez de abimin 25 yaşındaki arkadaşı hasan gelmişti eve. halacığım, ''amaaa hasan nasıl büyümüş'' diyerek omuzlarımız sarsıla sarsıla gülmemize neden olmuş idi. ara sıra bu tarz muzip çıkışları da var elbet.) kendisi vesikalık fotoğraf koleksiyoneri. elindeki siyah şey fotoğraf albümü. içinde 400'e yakın kişinin vesikalık fotoğrafı var. elinden hiç bırakmıyor albümü ve günde saatlerce o fotoğraflara bakıyor. gelen her misafir sayesinde de arşivi genişletiyor. bir dönem ''barış manço'' gibi 10 parmağında da yüzük vardı. yüzük, bilezik, kolye, küpe, bileklik... şimdilerde bunu minimuma indirmiş vaziyette. senelerce profesyonel olarak sigara içiciliği yaptı. öyle ki eve gelen misafirler ''mesude içsin'' diye karton karton maltepe sigarası getirirlerdi. babaannem de alır o sigaraları, bir yere saklardı. şayet halacım zulayı patlatırsa bitirene kadar 2-3 paketi bir gün içinde bitirebilme kapasitesine sahipti. sonra doktorun ''sigara içersen ölürsün'' uyarısının ardından bir günde bıraktı sigarayı. uzatanların teklifini içi giderek de olsa reddediyor...


3.2.15

palas pandıras

paraşütü patlak pejmürde pantolonlu parasız peltek palyaço, panayırdaki parkurda patlattığı parlak parendelerle paytak penguenlere panik pompalarken pirinç pilavı pişirmekten pek pörsümüş parmaklarını piyanoya perçinleyen, performansının pekala palazlanmasıyla portakallı pastayı pembe pullu pisboğaz papağanla paylaşan pınar; pervanesi paslı, pistonları paydostaki pilotun perişanlığıyla papatya parfümü püskürten puslu pazar poyrazında piyale parkı'nda planlanan piknikte paltosundan pırtan pahalı pipoyu palas pandıras parlattı.

30.7.14

mütemmim cüz



murat haydar selimoğlu, 1988'den beri ankara üniversitesi hukuk fakültesi'nin önünde simit satarak geçimini sağlıyor. kendisi bu süre içinde fakültenin ayrılmaz bir parçası, adeta "mütemmim cüz"ü olmuş durumda. bu belgesel bulgaristan göçmeni "simitçi murat amca"nın portresini çizmeye çalışıyor. selimoğlu, yıllardır kendisinin "ajan, polis" olduğu yönündeki iddialara da cevap veriyor.

***

murat haydar selimoglu who is a bulgarian immigrant, has been selling bagels in front of ankara university faculty of law since 1988. in the meantime, he has been regarded as an indispensable to the faculty by the students in the campus. this documentary aims to show one day of selimoglu out of 26 years. selimoglu also talks about the urban legend which claims that he is a government agent or secret police.

***

bir ara daha uzun yazayım.

24.4.14

16 mart 2000 real mallorca-galatasaray maçı


tomarza'nın köhne kahvehanelerinden birinde salya sümük içinde izlediğim maç olmuştu. köydeydik. bayramdı sanırım. bizim köyün ahalisi de köye en yakın cine5 yayını olan yerleşim biri tomarza ilçesine gidiyorlardı köyün otobüsü ile. 

futbol hastasıydım ufakken. içim gücüm dünyanın en kral 11'ini, en iyi yedek 11'leri, dünyanın en müthiş stadyumlarını, en güzel takım logolarını çıkarmaktı defterin arkasına. ayrıca elime atlas alıp dünya başkentlerini ve para birimlerini ezberlemek yine aynı şekilde hastalıklı bir hobimdi. madagaskar'ın başkentinin antananarivo olduğunu 9 yaşımdan beri biliyorum yani. 

neyse, biliyorum akşam maç var. amcam, dayım filan ufaktan çıkıyorlar evden, çaktırmadan... ben de içimden umuyorum beni de götürürler diye. götürmediler lan. sonrasında bir salya bir sümük... sonrasında annem elimden tutup köyün otobüsüne yetiştirmişti beni. cebimde de bir dünya bozuk para. sonra gittik kahvehaneye. ama dinmedim. hala sümüğüm akıyor. yayın ücretleri toplanırken cebimdeki parayı amcama vermeye çalışmıştım da "sen dur len" demişti. sonrasında gol üstüne gol. arkadan bir oğlanın "5 dene ataceğaak 5 dene" sözü hala en olmadık zamanlarda, zamansızca aklıma gelir. bazen de 3-0, 4-2 gibi skorlarda kendi kendime söylerim "5 dene ataceğaak 5 dene" diye.

15.4.14

yeşil adidas eşofman altı

geçen ilkokul arkadaşlarımı aradım facebook'ta. soyisimlerini nasıl bu kadar net hatırlayabildiğimi de bilmiyorum. diyeceğim, piyasada ne kadar uzak durmaya çalıştığım adam varsa o şemale dönüşmüş arkadaşlarım.

faruk... "nerd" gibi bir bebeydi. pokemon manyağıydı. koca kafa diye dalga geçerdik. vestel bilgisayarları vardı 2000'lerin başında. yerde kullanırdı bilgisayarı. şimdilerde konser konser gezip ünlülerle fotoğraf çektirme hastalığına yakalanmış.

mustafa... ilk sıra arkadaşım. sarışın ve rizeliydi. başkent üniversitesi'nde okumuş. yeşil eşofman altı + scorocco anahtarı diyeyim sadece.

berrak... ilkokulda sınıfta 14-15 erkek vardı. hepsi de bu kıza aşıktı. bir seferinde "gelin itiraf edelim" demiş ve herkesin ne mal olduğunu anlamıştık. şimdilerde, kendi tercihi elbet, azer bülbülcü olmuş, kollar façalı. halbuki ailesi de düzgün bir aileydi. 

oğuz... gölbaşıspor'da topçu olmuş. belliydi, iyi top oynardı. saç stili olarak ronaldo 7 stilini benimsemiş. kariyerinde bir atılım beklemekte fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla.

yavuz... yav 90'ların sonu 2000'lerin başlarının guiza'sıydı bu bebe ya. bin tane pozisyona girerdi baldan, iyi oynadığından değil, hepsini sikimsonik yerlere atardı. evlenmiş şimdilerde, göbekten kemeri gözükmüyor. ne aceleyse amk.

daha böyle bir dolu arkadaşımı buldum. lan bir tanesi de okusun da iyi yerlere gelsin. halbuki nezih bir semtin çocukları hepsi de... ankara/yenimahalle... kaymakamlığın olduğu mahalle. moruklar parkı vesaire. barbaros ilköğretim okulu. güzeldi be.

ya sen d., sen anca eleştir koduğumun malı.

not: isimler değiştirildi.

25.3.14

on nümere




23 - 39 - 74 benim sayılar. 

22 - 40 - 75 çekilişte çıkan sayılar.

elim ayağım boşaldı.

19.2.14

şap denizi

tarihçi prof. dr. halil inalcık bugün bilkent üniversitesi'nde bir konuşma yaptı. gazi muallim mektebi'nde okurken sınıfa atatürk'ün girdiğini anlatırken çok duygulandı hoca. 1932'de atatürk'ün sınıfa girdiği esnada coğrafya dersinde olduklarını ve orta sıranın en önünde oturan küçük halil'i sınava tuttuğunu anlattı. atatürk, kızıldeniz'i gösterip "burası neresi" dediğinde halil inalcık ilk bahr-ı ahmer demiş. atatürk cevaptan memnun kalmayınca bu sefer de şap denizi demiş. sonra arabistan'ı gösterip "burası nasıl bir yer?" diye sorduğunda ise coğrafya hocasının tasvir ettiği biçimiyle "tepsiye benzer efendim, çevresi dağ, ortası düzlük" demiş. atatürk, sonra yan sınıfa geçmiş, bu sefer de ders tarih imiş. sınıfın halinden bu sefer de hoşnut kalmayan atatürk, tebeşiri alıp dünya haritası çizip türklerin dünyaya nasıl yayıldıklarını anlatmış. 


tabii böyle yazınca hocanın o enfes anlatımı gibi olmadı. burada 52 dakikalık ses kaydı var konuşmanın.

söyleşi sonrası kendisini takip edip fotoğrafını filan çektim. etrafındaki insanlarla yeni baskıya gönderdiği kitap hakkında konuşuyordu. velhasıl, halil inalcık 1916 doğumlu ve hala çalışmaya devam ediyor.

22.9.13

sehl-i mümteni

kadınlarla ilgili uzun bir süredir zihnimde oynaya oynaya, evire çevire koca bir yumak haline getirdiğim bir düşünceyi geçen bir arkadaşım o kadar kolaylıkla dile getirdi ki, sehl-i mümteni yaptı oğlan. ondan sonra bu yumak çözülmeye başladı...

kadınları bir objeden, biblodan, saksıdan, vajinadan ibaret gören bir güruh var. bunlar nasıl insanlardır bilir misiniz? mesela sigara içiyorsunuz bu kişiyle. ve sizin sigaranız bitmiş. bu kişinin sigarası da kül tablasında. işte bu sigaradan destursuz bir fırt alabileceğiniz, yeri geldiğinde bir şişe içeceği, suyu, içkiyi paylaşabileceğiniz biri değildir bu insan. şahsi tecrübelerim gibi algılanabilir; ama bir şey anlatmaya çalışıyorum. bu insanlarda paylaşım, dayanışma, birlik olma duyguları yoktur. kanaat, tatmin diye bir şey bilmezler. çok yetmez bunlara. daha çok lazımdır. sürekli ve sürekli ve sürekli bir tüketim zincirinin parçasıdırlar. 

ve bir de 'kıroluk' seviyesinde bir romantizme kaçma tehlikesini göze alarak kullanacağım bu ifadeyi, kadınları 'çiçek' olarak gören bir tayfa var. kadını koynunda değil de karşısında ister. ancak bu şehevi arzularından arınmışlardır anlamına da gelmez; ancak orgazm sigarasından ziyade birlikte içilen lezzetli bir kahvenin peşindedirler. bu insanlar öyle naiftir ki mesela bu adamdan borç al, bu adamı bir daha göremezsin. senin mahcup olacağını düşünerek sana görünmek istemez. 

konuyu efendi adam vs. piç adam polemiğine getirmek istemiyorum; ama bu ikilem hakikaten düşünmeye değer. değmez yahut. kişiden kişiye göre değişir hani. ailesinden biri kanser olan biri için incir çekirdeği kadar önemi kalmamıştır bunların. ölüm karşısında ya da bir insanın alıp vereceği bir soluk karşısında daha önemli ne olabilir ki? hayatında atlattığı en büyük badire, bu memlekette her gün yüzbinlerce insanın hayatının rutini haline gelmiş insanların ise tüm dünyası bu sabun köpüğünden mesele üzerine kuruludur.

neyse, kadın dedik, herifçioğullarını didikledik. haddini aşan laflar etmekten korkarım; ama düşüncelerime de ket vuramam. zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.

14.9.13

süper lüx

gecenin mi sabahın mı şu vakti, tam uykuya dalmak üzereyken bir sürü anı belirdi kafamda. anı sokması yaşadım bir nevi. "şu yaşa geldin bırak ehliyeti, daha kontak anahtarını çevirmiş değilsin, oysa şimdi şehrin boş caddelerinde, şehrin birbirinden her anlamda farklı mahallelerinin ara sokaklarında aziza mustafa zadeh dinleyerek araba kullanmak ne güzel olabilirdi" diye söylenirken birden kendimi eski mahallemizde buldum.

ankara/yenimahalle... kaymakamlığın 3 sokak üstü... taner sokak...

şimdi bu mahalle, yani yenimahalle'nin bu bölgeleri bana kalırsa ankara'nın en yaşanası yerleridir veya 12 sene yaşadığımdan bana öyle geliyor. ama insanlar temizdi, komşuluklar iyiydi, çocuklar sokaklarda oynardı. güzel günlerdi kısaca, çok özlüyorum. bu mahallede serap apartmanı diye bir yer vardı. mahallenin en kıyak apartmanıydı deyim yerindeyse. şekilli insanlar otururdu. bu binada işte, şimdi adını unuttum, sarışın bir çocuk vardı. umut sarıkaya'nın tarif ettiği sarışın, ipeksi saçlara sahip zengin bebesiydi resmen. babası albaydı. annesi de sarışın bir milf ablamızdı. bir keresinde balkondan beri çağırıp bakkaldan yoğurt aldırmıştı sabah. isteğini yerine getirdikten sonra 'niye kendi bebelerini göndermiyon orospu' diye içerlediğimi de hatırlıyorum. ama olsun, gecelikli halini görmüştüm kapıya götürdüğümde yoğurdu. bu çocuğun ablası da sonradan manken munken mi ne olmuş. sokaktan geçerken ağzımızın suyu akardı. neyse, bu çocuk zengin bebesiydi nazarımızda. atatürk ilköğretim okulu vardı. hala da var, yahya kemal beyatlı lisesi'nin yanında. yani bizim sokağa yürüyerek 10 dakika filan uzaklıkta. bu çocuk, ismi berke miydi neydi, o göt kadar mesafe için servise binerdi. lan halbuki bizim elemanların çoğu da o okula gidiyorlar, hepsi de yürüyor maşşallah. o çocuk kafamızla ne şaşardık buna. bu çocuk mesela, bizle fazla takılmazdı, hatta kimseyle takıldığını görmedik, ama bazen bakkaldan cips alırdı taso için. biz de alırdık, lakin bu piç sırf taso için alırdı cipsi, yemezdi. ya bize verirdi ya da atardı güzelim rafılsı. fakat az evvel, uykuya dalmadan önce yani, aklıma gelen sahne bende çok iz bırakmıştı. bir gün gene bizim çocuklarla oturuyoruz, bu da geldi. benim arkadaşlarımdan biriyle aynı okula gittiklerinden ahbaplardı sözüm ona. bu cebinden koca bir poşet kuruyemiş çıkardı. ama öyle fıstık ve leblebi ağırlıklı tırt kokteyllerden değil. kuruyemişçilerde süper lüx diye adlandırılan en baba kokteyl. içinde o zaman adını çok sonraları öğreneceğimiz kaju bile vardı. çocuk bize de verdi, allah var; fakat kendi yiyişini hiç unutamıyorum. bir avuç aldı eline; ama elindekilerin yarısı yere dökülüyordu. o kadar geniş yiyordu çocuk. nedense çocukluğuma dair garip bir anı olarak kalmıştır bu piçin savurganlığı. bu hadise sokakta bile olsa, elimden bir şey düştüğünde mümkün mertebe temizleyip tekrar yemek gibi bir alışkanlık kazandırdı bana.

bilmem iyi, bilmem kötü.

6.8.13

eğlencelik

şimdi, ben markete niye giderim. meşrubat/abur cubur/ekmek/sigara almak için giderim. yemek pişiren biri de değilim, ya anne yemeği ya da dışarıdan yenen yemek. hal böyle olunca yemek pişirmeye yarayan temel gıda maddelerini annem sipariş etmediği sürece almam. 

ama bazı marketlere bakıyorum, bu marketler de gelir seviyesi yüksek insanların yaşadığı bir muhitte olsun mesela. orta yaşlı ve üstü çiftler, mesela 50-55 yaş civarı bir çift bir kalem de mi salça/pirinç/bulgur/un/yağ/şeker almaz. adamlar 150 liralık alışveriş yapıyor, alınan şeylerle bir öğün doymanın imkanı yok: cips, ananas, dondurma, tekirdağ, 6'lı ice tea, envai çeşit çikolata, fındık fıstık. özellikle bilkent real'de çok gözüme çarpıyor bu hal. sırf eğlencelik. mesela et de fazla talep görüyor bu kitleden. ama öyle kuşbaşı, ciğer, göğüs vs. filan değil. salam, sucuk, sosis, jambon, kuru et gibi işlenmiş et çeşitleri.

bir de madalyonun öbür yüzü. gelir seviyesi daha düşük marketlerde alışveriş tutarı ne olursa olsun, alınan şeylerle bir ailenin tenceresi birkaç hafta kaynar. kasaya ödenen tutarın en fazla %10'u eğlencelik gıda maddelerinden oluşuyor. bu da genelde dondurma ya da çekirdek oluyor.

orta yaş vurgusunun nedeni ise öğrencilerin, genç bekarların ve yeni evlilerin abur cubur yemeye daha meyilli olması, abur cuburu midelerinin kaldırabilmesi. (gerçi yaşlıların fanta, cips, bisküvi gibi şeyleri çok sevmesi de az görülür vakalar değil.) ama garipsiyorum böyle insanların abur cubur merakını.

biri bunun nedenini açıklayabilir mi lan?

7.7.13

der untergang

bugün sakal tıraşı olmak için ankara/kızılay'da bir berbere gittim. sakalı da yaklaşık 40 gündür kesmiyorum. oldukça uzadıydı. uçları kızarmıştı, turunculaşmıştı neredeyse. neyse ben gece 2 gibi aniden gelen yakışıklılık hissi sebebiyle memnundum sakalımdan; fakat aslında terörist gibi göründüğümün de bilincindeydim. üç ay sakal kesmeme yeminimi bozdum 'ufak' bir moral bozukluğuyla. 

sonra berber sakalı makineyle aldı. açıldı yüz. berber abi "iyi ya gençmişsin, sakal adamı yaşlı gösteriyor" dedi. ben "kaç gibi gösteriyorum ki" dedim. "bizle filansın herhalde" dedi. "sen kaçlısın" dediğimde benden 7 yaş büyük olduğunu anladım. 1983 nereeee, 1990 nere amına koyum ya. bir de bunların meslekte büyük göstermek iyiymişmişmiş, insanlar buna tıraş olmak istememişmiş zamanında küçük gösterdiği için. 

birberberbirberberegelberaberbizberaberbirberber abi,

büyük göstermek sucks.
çökmek rocks.

17.4.13

tıraş sonrası saçı yıkatabileceğini fark etme yaşı

şimdi biz küçüklüğümüzde genellikle babamızla berbere gittiğimizden tıraş sonrası berberin ''saçları yıkayalım mı canım?'' sorusunun ardından babamızın gözünün içine bakmış insanlarız. babalar, genelde berberden sonra bizi eve yollayıp kendi işlerine gittiklerinden bu soruya ''eve gidecek zaten, gerek yok'' cevabını verirler; ancak kendileri tıraş olduktan sonra köpürttüre köpürttüre yıkatırlar saçlarını. 

zamanla tıraşa yalnız gidildikçe ''ulan madem o kadar istiyorsun, yıkat anasını satıyım. en fazla iki milyon daha alır fazladan'' denir ve tıraştan sonra berber daha sormadan ''usta yıkayalım ya, kaşınıyo sonra'' denir. bu, orta sınıf türk gencinin hayatında ilk sigara, ilk kopya, ilk kavga, ilk seks kadar önemli bir ilktir.

29.1.13

dut ağacı

ağzımda sabah türküsübahçedeki sandal'ı onarıp denize istavrit tutmaya açıldığım gün, ne bilinmeyen ülke'ye doğru, yer yer akıntıya karşı, kürek çekeceğimi ne de japon balıkçı'yla elimdeki çeyrek elma'yı paylaşacağımı biliyordum. sandalı kıyıya çıkarıp bulduğumuz dut ağacı'nın altında tütün sararken fark ettim eksik bir şey'lerin varlığını. aşk yüzündenilk aşk yüzünden düştüğüm hallerin rüya'dan eksik kalır yanı yoktu. sanki düşler sokağı'ndaydım, etrafımdaki kedi'ler, sardunya'lar, selluka'lar hep ebruli renkteydi. kendimi daha evvel hiç bu kadar naçar hissetmemiştim; fakat her şey yolunda'ydı o sabah. çünkü sevmek kolay'dı, seni düşünmek güzel şey'di.

24.1.13

gün eksilmesin penceremden


ecinnilerle boğuşulan korkulu, sıçramalı, bol kesilmeli, susuz ve rahatsız bir gecenin ardından iki üç senedir sürekli aklıma gelen bir hayalimi (uktemi) bugün gerçekleştirdim.

millet tatilde izmir’e, antalya’ya, bodrum’a gider. zürih’e, venedik’e kaymaya gider. varsın gitsinler. ben cahit sıtkı tarancı’nın kabrine giderim.

önce mezarlık bilgi sisteminden tarancı’nın bulunduğu, çiçeklerle birlikte olduğu yeri öğrendim. ankara cebeci asri mezarlığı, ada no: 12, parsel no: 138 (147. sokak ile 149. sokağın kesistiği bölge. mezarlığın 2. kapısına yakın.)

tabii her şey böyle internetten bakıp gitmek kadar kolay olmadı. mezarlığın içinde bir saate yakın aradım kabri. gerçi güvenlik görevlilerine de sordum; ama her zaman olduğu gibi aklımda tutamadım “şurdan sağa-ordan sola-sonra tekrar sağ-500 metre yürü-kulübenin 300 metre ilerisinde” tadındaki tarifi.



hoş, bu sayede mezarlıkta, kendine has bir havası olan yeşilliği bol mezarlıkta, hava güneşli olmasına karşın nisan rüzgarları gibi ferahlatıcı esintiler eşliğinde gezdim. hiç gocunmadım. birçok kelli felli insanın mezarını gördüm. ntv’nin sahibi ferit şahenk’in babası da oradaydı. asala tarafından şehit edilen türk diplomatlar oradaydı. bilmem ne bankasının muhasebat müdürü de oradaydı. yozgat/sorgun/güveçli köyünden ayşe öztemiz de oradaydı. gökyüzü ya da güneş nasıl tüm insanları sarmalıyorsa, toprağın yaptığı da bundan başkası değilmiş.

sonra mezarlığın bahçıvanı anladı benim derdimi. alıp götürdü beni önünden en az iki sefer geçip de görmediğim mezara. (gerçi bahçıvanla karşılaştığımda bulmak üzereydim.)

sonra?

sonrası sessizlik.

aslında sessizlik değil.

bahçıvan, beni tarancı’nın torunu sanıp başladı mezarlığı temizlemeye. ben hiçbir şey demedim halbuki. arsız otları temizledi. ölümle ilgili, sahip çıkılmayan ölülerle ilgili, hayırsızlıkla, nankörlükle ilgili biraz hamasi de olsa doğru şeyler söyledi. sonra, tarancı’nın annesinin mezarındaki kart otları temizlerken bir adet kartvizit buldu. bu bahçıvanın geçen sene ölen kardeşi de mezarlıkta bahçıvanmış. mezarların üzerine telefon numarasını bırakıyormuş ki mezar bakımı yapılabilsin, üç beş kuruş kazanabilsinler. o an, değişik bir andı. tarifsizdi.




karşılıklı iyi dilek değiş tokuşunun ardından bahçıvan gitti. çiçek filan ektirmek isteyip istemediğimi sordu. iki kasa kadar fide dikilebilirmiş. diyemedim ki orada yatanın kendisi o çiçekler diye. diyemedim.

sonra?

oturduk.

14.11.12

aslan gayserilim

kayseri ağzından birkaç örnek gadasını aldıklarım.

kalleplemek: baştan savma iş yapmak. mesela temel reis'in yeri süpürdükten sonra çıkan zibili çöpe atmak yerine halının altına tepiştirmesi tam bir kalleplemek örneği.

cıncık: cam parçası (aynı zamanda bayram şekerlerine de cama benzedikleri için cıncık şeker (somuruk şeker) denir.) 

cilkez: "hakikaten, gerçekten de" cücük: civciv (civcive aynı zamanda "civci" dendiği de yaygın olarak görülür.) 

alağaz: boş konuşan, geveze (alağız iken alağaz biçimine dönüşmüş gibi görünüyor.) 

batman: eski ölçü birimlerinden biri. 8 kilo kadardır. kayseri'de kavun karpuzun kilosunun ne kadar olduğu sorulmaz satıcılara. "batmanı na'adar yiğenim?" denir. 

yumuş buyurmak/yumuş tutmak: dedeniz sizi tükkana cağara almaya gönderir. yumuş buyurur yani. siz de goparak tükkandan cağarayı alır gelirseniz yumuş tutmuş olursunuz. paranın üstüne konma ihtimaliniz bulunmaktadır.

patlak: bidon. evet bidon demek. örnek kullanım: "fatma bodurumda 5 kiloğluk yağ patlağı var, onu getir de içine doldurak, gop!" (burada 'gop' efektinin 'koş' anlamına geldiğini belirtelim. sizin anladığınız anlamda "koptum yhaa" gibi bir anlama gelmiyor, "hızlı hareket et" anlamında.

çavsık: "çavsık çavsık kokmak" biçiminde, yani zarf olarak kullanılır. çavsık koku neye benzer derseniz, çürük balık kokusunu ya da pastırma yedikten sonra terin ve idrarın kokusunu örnek verebilirim.

marilleşmek: duygulanmak, hüzünlü bir tablo karşısında burnun kızarıp seğirmesiyle ağlama moduna geçmek. ya da bir çocuk babasını uzun bir aranın ardından gördüğünde utanır, babasını kaçamak bakışlarla izler; baba gelip evladına sarıldığında çocuğun kendini ağlamamak için zor tutması durumundaki halet-i ruhiyeyi de tarif eder. (doğrusu annem sürekli kullanır bu lafı; ama internet ortamında böyle bir harf kombinasyonu hiç bir araya gelmemiş.) 

gamgayla kaşınmak: gamga odun parçası demekmiş; ama zannediyorum ki kıymıklı odun anlamına geliyor. yani elinizle tuttuğunuz vakit, elinize batıyor ısırgan otu gibi. şimdi bu deyim, çok zor hayat şartları altında yaşayanlar için kullanılır. misal: "anam, gitmiş şukrü'den para istemiş, şukrü'nün neyi var gııı. bir mayış, sekiz baş horanta. gamgaynan gaşınıyor oğlan, şukrü niitsin?" 

dembesek: şaşkın, sersem, beceriksiz anlamına gelir. dembeseağ şeklinde telaffuz edilir.

haleşek kovmak: çok gürültü çıkarmak, yaramazlık yapmak anlamına gelir. evin içinde yakalamaca, kovalamaca oynarsanız haleşek kovmuş olursunuz.

fıstığın hacı ahmet: ''senin işin de iş hani'' lafına ikame eder. yani mesela; dışarıda kar var, boran var, yağmur var, çamur var. sen de evde gürül gürül yanan sobanın yanında mis gibi bembeyaz yastık, çarşaf, yorgan üçlüsünde keyif yapıyorsun. işte öyle bir durumda senin bu halini tanımlamak için ''fıstığın hacı ahmet'' denir. (kesin bir hikayesi vardır, orasını bilmiyorum lakin.)

gıcılamak: sinirlenilen insanın üzerine hücum etmek, karşıdakine zarar vermek için ileri atılmak.

toklamak: toklu ile alakası var mı bilmiyorum; ama orta anadolu'da aşırı ot/saman/arpa yiyip çatlama noktasına gelen hayvanlar için kullanılır. tokladığı anlaşılan hayvan hemen kesilir. zira hazımsızlıktan ölmesi an meselesidir. hayvan bu yüzden kesilir ki murdar olmasın, eti yenebilsin. yoksa yapılacak tek şey, ölen hayvanı (genelde koyunlar toklar) köyden uzak bir araziye götürüp köyün köpeklerine dolaylı yoldan ziyafet çekmektir.

27.9.12

garip

dün oradaydım, kırşehir'de ahi evran camii avlusunu dolduran binlerden biriydim. türk müziği adına en sevdiğim insana şayet bir vazifem varsa, onu yapmak için bozkırın tam ortasındayım. dünyanın en sevdiğim coğrafyası orta anadolu'daydım. orta anadolu'nun neyini sever bir insan? saatlerce gitsen de bitmeyen adı üzerinde bozkırlarını mı? etrafa bakıldığında insanın içini açacak herhangi bir coğrafi güzelliğin olmamasını mı? harmanda çalışmaktan kavrulmuş kara yağız insanlarını mı? yoksa sırf neşet'in memleketi olması orta anadolu'yu sevmek yeter bir neden mi? bu soruya bir orta anadolu insanı olarak can-ı gönülden evet diyorum.   hem denize bakmak gibidir bozkırda gökyüzüne bakmak. deryaların bir sınırı var; fakat gökyüzü öyle mi? kim  görmüş gökyüzünün sonunu? 







öğle 12.30 otobüsüyle, ön camına neşet posteri asılmış otobüsle vardım kırşehir'e. üç saatlik bir yolculuğun ardından, 10 dakikalık bir yürüyüş sonrası katar katar insanla cami avlusuna vardım. tüm dükkanların camlarında aynı adamın fotoğrafı asılıydı. hayatımda gördüğüm en kalabalık insan topluluklarından biri oradaydı. hava temmuz günlerini andırır derecede sıcak olmasına rağmen adım atacak yer yoktu avluda. memleketin dört bir yanından akın akın insan geliyordu. evlerin balkonları, çatılar, işyerlerinin pencereleri... her yer tıklım tıklım doluydu. ikindi ezanı okunduktan sonra bir kısım protokol camiye girdi. erdoğan ve kılıçdaroğlu da herhalde ilk defa resmi olmayan bir törende birlikte bulunuyorlardı. tabii kalabalıktan usta'nın tabutunu dahi göremedik. ikindi namazı kılınıp cenaze namazı pozisyonuna geçilince işte o an gördüm neşet'in tabutunu. internette hemen saçma sapan laflar dönmüş. hiçbir şeyi olması gerektiği gibi yapamadağımızın en güzel, en acı kanıtı bu olsa gerek. (neşet'in, dünyanın en mütevazi insanının dahi cenazesinde dahi.) insanların öyle bir anda, öyle bir detaya takılmalarını da anlayamadım. binlerce kişiyle birlikte son görevimizi ifa ettikten sonra imam biraz gereksiz de olsa garip hakkında birkaç kelam etmeye çalıştı. iyi niyetli bir hareketti; fakat keşke hiç konuşmasaydı. eminim kendi de istemezdi böyle bir şeyi. sonra başbakan bir şeyler söyledi... eminim herkes televizyonda izlemiştir bunları. daha fazla anlatmak istemiyorum bu ayrıntıları. yeteri kadar şov vardı maalesef. 






usta'nın cenaze namazı kılınıp da omuzlarda cenaze aracına götürüldükten sonra camii avlusundaki binler yavaş yavaş mezarlık yolunu tutarken aydost çalmaya başladı. neşet'in herhangi bir eseri değil, babasına yazmış olduğu bu türkü çaldı orada. bir evladın babasına duyabileceği en yüksek sevgiyi, saygıyı, özlemi anlatan o muhteşem eser yankılandı koca meydanda. babasının "ay ucuna" gömülmeyi vasiyet eden garip'in son istediği gerçekleştirildi. o anda bu eseri çalan adamı görsem, o sıcakta boncuk boncuk ter birikmiş alnını öperdim. kurumuş göz pınarlarıma kaynağını bilmediğim bir yerden kaynak suyu akmaya başladı. tek başıma olsam oturur hüngür hüngür ağlardım; ama kendimi tutmaya çalıştım. hayatımın kesinlikle en uhrevi anıydı.





 genci yaşlısı, kadını erkeği, başı açığı türbanlısı, liselisi emeklisi, izmirlisi trabzonlusu, çankayalısı üsküdarlısı ülkenin her kesiminden insanların bir cenaze töreni için aynı mekanda buluşmaları, belki işlerinden-okullarından feragat edip saatlerce yol gelmeleriydi orada önemli olan. küçücük tabut omuzlara alındığında veysel geldi aklıma. "selam saygı hepinize, gelmez yola gidiyorum, ne karaya ne denize, gelmez yola gidiyorum." işte o da gitti. gitmeyecek olan mı var? ama mesele şu, bedeninin küçüklüğünce gönlü geniş olan bir adam ne yapmış olabilir de o kadar insana kendini sevdirmiş? bu adamın sırrı ne, diğerlerinde olmayan hangi yetisi var? sevmek sadece ona mı mahsus? bir o mu gönül yarası çekmiş? bir o mu memleket hasreti çekmiş? cevap: hayır. e o zaman nedir?

 "aydost garibim babamdı muharrem usta
 bilirim aşıktı sevdiği dosta"

30.8.12

monna rosa, siyah güller, ak güller

şairin sessizliğini, insanın sinirleri yıpratacak biçimde yaklaşık yarım asırdır koruması, şiirin destansılığı ve arkaplanı, kullanılan türkçenin berraklığı ve kıvraklığı, okuyanın sesindeki tutuklayıcılık/"bunlar ne ki, biz neler gördük neler" havası, fon müziğinin söz/sınır dinlemez çığlığı...

"ellerin, ellerin ve parmakların
bir nar çiçeğini eziyor gibi"

buradan öyleyse...