30.12.11

ode to my family


anne-baba-abi-abla ile edilen yerli veya yersiz kavgaların ardından (haklı olunsa dahi) insanın tüm hücrelerine sirayet eden huzursuzluğun, umutsuzluğun, üzgünlüğün, bezginliğin, yılgınlığın fon müziğidir bu şarkı. kimi zaman kilometrelerce uzaktaki bir yurt penceresinin pervazına dayanılarak tütün mamülü tüketirken zihnin kendiliğinden fade-in yaparak söylemeye başladığıdır. kimi zaman memleketin bilmem neresinde, sinekli bakkalı andıran ve aslında sinek avlayan bir dinlenme tesisinde hava almaya çıkıldığında mırıldanılandır. bu, kimi zaman teknolojinin getirdiği tüm imkanlardan faydalanılan dünyanın bir ucundaki devasa bir uluslararası havaalanı da olabilir pekala. pekala anne-baba-abi-abla'nın odalarının hemen bitişiğindeki 10 metrekarelik hücre olabilir. pekala ana kucağı, baba ocağı olabilir bu şarkının tesirini katlayan. ve tabii arefelerde düzenli olarak, arafta kalındığında zaman farkı gözetmeksizin ziyaret edilen son durak da olabilir. olmaması için kaç tane sebep sunabilirsin? nereye kadar yahut?

''doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo, doo...''

28.12.11

ayı soğuğu

ankara dışından gelip de ankara için ortalama sayılabilecek bir kasım ya da mart soğuğuna ''aaabi ankara'nın ayazı meşhur yaaa'' diyen üniversitesi öğrencisinin veya 10 derecenin altındaki her soğukluğu, hayatının en soğuk dönemi olarak değerlendiren menopoz teyzelerin sözlerini bir kenara bırakırsak özellikle son birkaç haftadır ankara'da, ayı soğuğu hüküm sürüyor. evet, buna ayı soğuğu diyorum. neden ayı ibaresini kullanıyorum, şunun için kullanıyorum. bu soğukta, dışarıda ancak babası ölen adam gezer. arkasından polis kovalayan müebbet hükümlüsü dışarıdadır tam şu an. kulakları kurutan, elleri işlemez hale getiren bu soğuklukta, başka bir vakit halledilse de olacak işler peşinde gezen adama, dükkan dükkan iphone 4 fiyatı araştıran adama ayı denir benim lügatimde.

bir de parantez açmak istiyorum hanım kızlarımız için. görüyorum ki etek giyiyorsunuz ve tül çorapla tamamlıyorsunuz eteğinizi. insanlar arasında acı-soğuk-sıcak eşikleri farklı olabilir; lakin gene de nasıl bu kadar dayanıklı olunabilir anlamaktan acizim. hoş, beş dakika bir yere oturulduğu zaman tuvaletin kapısını defalarca aşındırıyorsunuz. sıkı giyinin, sistit olursunuz vallaha.

25.12.11

ekmek şarap sen ve ben


mazlum çimen'in ''ekmek şarap sen ve ben'' diye bir şarkısı olduğunu biliyordum. bazen dilime dolanırdı bu dörtlü. hiç fena bir dörtlü değil ha ne dersiniz? neyse, geçenlerde şarkıyı baştan sona tekrar dinleyip sözlerin kime ait olduğuna baktığımda çok şaşırdım. çöpçüler kralı'nda apti'nin hem sabık hem müstakbel kayınbabası çıktı bu enfes şiirin sahibi. ihsan yüce'den bahsediyorum. eşek sudan gelene kadar düşünsem aklıma gelmezdi. gece dörtte dördüncü rüyamı görmüyorsam aklıma gelir bu sarımsak kokulu şiir.

***

ekmek şarap sen ve ben

bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir çocukla yattığını
aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını

kıskandım gogen’i tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
doğan güneşe,
gogen’e,
kadere,
sana ve bana,
bir de gittiğin arabanın tekerine

ne diyordum arkadaş….
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini

sırayla olurum fatih, selim, kanuni
bazen kadın hamamında tellak….
bazen christoph colomb
napolyon'ken düşünürüm elbede geçen günleri
timurken beyazıt’ı yenişimi….
bir kere aristo’nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen jan dark’ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

eğer daha da içersem
shaskespare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinler de
işte mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be platon…
bir içsin de görsün... ne felsefesi varmış bu alemin
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim nene lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş….
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim…

24.12.11

codayi-i nadir ez simin (bir ayrılık)


uzunca bir zamandır film izlememiştim. birkaç girişimim olmasına karşın filmleri beğenmediğimden devamını getirmemiştim ki normalde başladığım filmi öyle ya da böyle bitiririm. ne izleyeyim, ne izleyeyim? malum, yeni yıla az kalmışken televizyonda, internette birçok ''top 10'' anketi dolanıyor. en iyi 5 film, en çok satan albümler vs... bu listeleri incelerken hep 2011 yapımı iran filmi ''a separation'' gözüme çarptı. tüm eleştirmenlerce yılın filmi olarak görülünce ve film haliyle farsça olunca hiç tereddüt etmeden indirdim ve...


nadir ve simin adlı bir çift boşanma arefesindeler; çünkü simin, kızlarının iran'da yetişmesini istemiyor. onun yurtdışında daha iyi bir eğitim alması için kocasından ayrılmayı göze almış bir kadın... iran'ın güzel kadınları pek meşhurdur. bu kadın da bence su kadar güzel bir kadın... nadir ise boşanmamakta diretiyor. nedeni, evde bakıma muhtaç alzheimer hastası bir babasının olması. rahatının (yahut tam tersinin) bozulmasından yana değil; fakat tek başına hiçbir ihtiyacını karşılayamayan babası elini kolunu bağlıyor. simin, baba evine dönüyor. nadir, kızı ve babası kalıyorlar bir başlarına. bunun böyle gitmeyeceğini anlayınca bir kadın tutuyor babasına bakması için. kadın o kadar ihtiyaç sahibi ki 300 toman için saatlerce yolu tepmeye razı. bir gün, bunak dede gazetesini almak için açık kapıdan sokağa çıkıyor. ''yüklü'' olmasına karşın sokağa çıkıp koştur koştur yaşlı adamı arayan bakıcı razieh'e araba çarpıyor ve yılan zehrinden daha tehlikeli yalan zehri razieh ve nadir'in bedenlerinde aralıksız turlarına başlıyor...

kısaca özetlemek niyetindeydim, filmi tamamen anlattım. esasında her şeyin başladığı noktada kestim anlatmayı. film, özünde birçok konuya değiniyor. bir filmin değinmesi gereken 10 nokta saymak istesek hemen hepsini burada görebiliriz. kadına şiddet, iletişimsizlik, arada kalan bozuk psikolojili çocuklar (ve ebeveynler), işsizlik, ''nolacak bu iran'ın hali hafız?'', sosyal adaletsizlik vs... hepsine dair bir şeyler var; fakat geçiştirilmişlik hissine kapılmıyoruz bu konular işlenirken. nedeni bu olaylar gerçekleşirken karşıda 10 kişiden oluşan çekim ekibi yokmuşçasına doğal olması oyuncuların. bir filmde gerçekçiliğe zede getiren bir replik dahi o filmden buğz etmem için yeterlidir; ancak burada böyle bir şeyle karşılaşmadım. oyuncular döktürmüşler denebilir ki ortalıkta neredeyse oscar hariç tüm ödülleri almış vaziyette altın ayılı, bol konuşmalı bu şaheser. iranlı belli başlı yönetmenlerin yalın, abartıya yer vermeyen, son derece naif filmleri her zaman bana çok keyif vermiştir. nasıl bir tat alacağımı bildiğim için sıkılmadan izledim. kıymetli bir yere harcamak istediğiniz 2 saatiniz varsa tavsiye edilir. üstelik yönetmen, kim haklı dersi vermeye de kalkmıyor. son derece ucu açık bir film; fakat asla havada kalmıyor. bu önemli işte.

23.12.11

ben nasıl yanmıyam dağlar



kadıncağıza neden ''diva'' dendiğini, insanı ''divane'' eden bu şarkı sayesinde adamakıllı anlamış bulunuyorum. şimdiye dek devirdiği çamları ve bundan sonra yiyeceği naneleri sonuna kadar mazur görüyorum. sesinin bu kadar güçlü olmasının ardında günlük 2 paket samsun ve yarım litre tekirdağ rakı'nın pay sahibi olduğunu tahmin ediyor, saba tümer'inkileriyle yarışan şen kahkahalarının gök kubbede her dem yankılanmasını umuyor, kendisine güneşli günler diliyorum.

''içine düştüm bir selin
kimse sormaz nedir halin''

34 dv 000





küçükken oturduğumuz evin kömürlüğünde 60'lardan, 90'lara dek onbinlerce yerli-yabancı mecmua, mizah dergisi vardı. canım sıkıldığında gider rastgele birkaç dergi seçer, ayva-armut-kayısı ağaçları bulunan bahçemizde saatlerce incelerdim onları. yan komşumuzun bahçesindeki dut ağacına dalar, üstüm başım kıpkırmızı ahududu olana dek beslenirdim. çok güzel günlerdi. ankara'nın başkenti olarak gördüğüm yenimahalle'de geçiyor bunlar. neyse, hiroşima hüznü kaplamadan ruhumu şunu söyleyip susayım ki o kömürlükteki dergileri acımadan yaktık sobada. evet, küçük olmama rağmen içimin yandığını hatırlıyorum hababam sınıfı'nın yeni piyasaya çıktığı dönemdeki bol fotoğraflı eleştiri yazıları yanarken. üstteki fotoğrafları naftalinli adlı bir blogdan aldım; lakin 90'larda kış o kadar çetin geçmeseydi başkentte, o arşivden daha genişçe bir arşiv olabilirdi elimin altında. şu anda elimde sadece birkaç sayı 1976 tarihli akbaba dergisi var. o.

60-70'leri izzet altınmeşe'nin et beni kadar çok seviyorum.

19.12.11

az



ben suyumu kazandım da içtim
ekmeğimi böldüm de yedim
alkışı duydum ihaneti gördüm
sesim de oldu benim sessizliğim de
seviştiğim de oldu benim

sen de başını alıp gitme ne olur
ne olur tut ellerimi
hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar
ve hiçbir şeyi istemedim
seni istediğim kadar
sen de başını alıp gitme ne olur
ne olur tut ellerimi

söz: cem karaca
baştan yaratan: haluk bilginer
servis: bir paket camel soft, 35'lik tekirdağ, envai çeşitte yemiş, dilim şeklinde doğranmış ya da kendiliğinden dilimli kış meyveleri, durduk yere (acaba) içlenmeye hazır bir gönül.

14.12.11

hanemde melek

# ''hanende melek'' gibi bir meleğin olmasını isterdim hanemde.

# kuyucaklı, üzerindeki kürk montu çıkarıp fırlattı içine şeytan kaçmış kalbini soğutmak için...

# ''ne yapsam ne tutsam nereye gitsem...''

# ''ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar...''

# ''ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur...''

# zeka ve vefa ile harmanlanmamış güzelliğin incir çekirdeği kadar dahi kıymeti yok gözümde.

# her ölümün ardından bir yıldız kaysaydı gecenin gündüzden farkı kalmazdı.

# ''taş olsaydım erirdim, toprak idim dayandım'' (karacaoğlan)

# bazen çok alakasız anlarda, yarım saniyeliğine de olsa hayattaki tüm sırları çözmüşüm gibi hissediyorum. sonra gene aynı sıradağlar.

# sokakta yürürken gördüğüm 20+x kişinin 20+y kadar hayali var. hepsi de daha güzel bir gelecek için, daha nezih şartlarda ölebilmek için; ama hayatın bir gerçeği olarak bu hayallerin çok çok azı gerçekleşecek. kaldı ki paralel sokaktaki insanlar, karşı caddedeki insanlar... bu boşu boşunalık, anathema'nın şarkısı üzere ''fragile dreams'' beni buruyor, buruşturuyor.

# değer verebileceğim ölçüde değer veren biri olsa hayatımda, hediye olarak dustin o'halloran'ın piano solos albümlerini alırım düşünmeksizin.

# ankara'daki verem vakalarının hatrı sayılır bir kısmından karanfil sokak'ta, dost kitabevi'nin hemen sağındaki gizem müzik mesul. günün her vakti adamı ince hastalığa sevk edecek içlilikte keman sesi yükseliyor.

# 10 kuruşa satılan 40 adet kibrit çöpüyle koca bir otoparkı havaya uçurabilir, 40 daireli bir apartmanın kazan dairesini patlatabilirsiniz.

# eşkal tasvirinde ''çöpçüler kralında ayşen gruda'nın psikopat abileri''ne atıfta bulunacağım günü merakla bekliyorum.

# kurduğum hemen her cümlenin ''ama, ancak, lakin, fakat'' bağlaçlarını içeriyor olması halinin psikolojideki spesifik adını merak ediyorum.

# şahin k'nın en büyük kozu: ''bak sokağa atarım, köpek gibi sürünürsünüz.''

# şairlerin kullandığı kelimelerin %95'ini kahvede çift okeye dönen hakkı dayı da biliyor; fakat o kelimeleri uçlarından düğüm atarak birleştirmek için bir fark ya da farklılıklar gerekiyor ve attila ilhan'la hakkı dayı da tam bu noktada ayrışıyor.

10.12.11

desem ki

her gece başka bir güzeli alırım koynuma. acılı çocuklukları, adını bilmediğim şehirlerde geçmiş onlarca kadını ağırlarım yatak odamda. doğada herkesin yerine çekildiği saatlerde, su içmeye inmiş bir ceylan gibi hüzünlüdür gözleri. hikayelerini defalarca dinlemek istediğimi ima ederim, her defasında usanmadan, ta en başından anlatırlar kırılganlıklarını, onları bu denli ümitsizliğe düşüren zaaflarını. tenlerimiz birbirine değmez, çırılçıplak yatarlar tek kişilik yatağımda. yastığımın yarısını işgal ederlerken kendilerini yeni doğmuş bir bebek gibi hafif hissediyorlardır belki. belki ömrü, isa'nın çilelerine denk bir ihtiyarın ölü ağırlığı vardır bedenlerinde, zihinlerinde. elim, belirgin elmacık kemiklerinde gezinir onlar anlattıkça. tuzlu suyun, yanaklarından aşağı süzülerek onları gıdıklamasına izin vermem. her şart altında buz tutan parmak uçlarımı ısıtırım kızardığını bildiğim yanaklarda. bu seyirde geçen birkaç saatin ardından, uykuya teslim olurum; fakat yanıbaşımdan gelen o sabun ferahlığındaki kokuyu duyarım. sabah uyandığımda kimse yoktur etrafta. hiçbir şey yoktur. sadece ağzımda ölüm gibi bir acılık.

''ne doğan güne hükmüm geçer,
ne halden anlayan bulunur...''

9.12.11

orhan'ın şarkıları



''festival on wheels'' kapsamında iki film izleme fırsatı buldum bu hafta. birçok izlenmeye değer film olmasına karşın zeki demirkubuz'un seçtiği iki amerikan filmine gittik ondokuz ile. esasında filmlerden ziyade zeki'yi görmek için gittik. filmlerden önce birkaç dakikalık sunumuyla neden o filmi seçtiğini heyecanla anlatışını dinlemek, masumiyet'in senaristine bu denli yakın olmak keyifliydi. bilet işini son dakikaya bıraktığım için nevada eyaletini; kyoto ve tokyo şehirlerini avucumun içi gibi biliyorum. en ön sıralardan izlemek değişik bir deneyim; bengay kokulu bir deneyim...

ilk film, the misfits idi: uysunsuzlar
boşanma işlemlerini daha hızlı bir biçimde sonlandırmak için nevada'ya gelen roslyn (marilyn monroe) ve kovboyluktan oto tamirciliğine, at avcılığından aşk adamlığına kadar geniş bir yelpazede faaliyet gösteren gay (clark gable), guido ve perce'nin (morrissey'e aşırı benzettim) kesişen hayatlarını konu alıyor film. guido'nun karısı öldüğü için yerleşmediği, insanlardan uzak olduğu kadar muhteşem doğaya yakın evinde ahbaplıkları giderek artıyor bu üçlünün, hatta dörtlünün. teni, florasan lamba gibi beyaz roslyn, çevresindeki yaşlı ve yaşlanmakta olan kurtlara gösteriyor; lakin elletmiyor. tokat atıyor, ardından öpüyor. yürekleri ateşe atıyor...

belki sinemada izlemesem, kendi irademle açıp da izlemeyecektim bu filmi; fakat son derece hoşuma gitti. marilyn monroe'yi hep o havalanan beyaz eteği ile hayal ederdim. bu filmde, neler neler öğrendim hakkında. vücudunu ezbere bilirim mesela şu an sorsalar. clark gable de cüssesinin yanında istediğinde nasıl zarifleşebileceğini gösterdi hatay sokağı sakinlerine. erkeklerin güç kavgalarının ve gösterilerinin kadınları bir yere kadar etkileyebileceğini, sonrasının kadınları kaçırmaktan başka bir şeye yaramadığını uygulamalı olarak izledik. zeki'nin dediği gibi akıllarda kalacak birkaç sahnesiyle bile sinema tarihinde önemli bir yeri hak ediyor uygunsuzlar...


diğer film ise yakuza idi...

stv'de gecenin bir yarısı yayınlanan dandik karate filmlerinden birini bekliyordum. gene yanıldım her zaman olduğu üzere. gene yanıldım. bir zamanlar japonya'da askeri polislik yapmış amerikalı kilmer'i bir gün bir arkadaşı arar. bu arkadaş, tarihi japon mafyası yakuza'ya kızını kaptırmıştır ticarette yamuk yaptığı için. kilmer, san francisco'dan kalkıp tokyo'ya gider. eski sevdiğini görmeyi ihmal etmez ve arkadaşının yeğenini kurtarma işi için eski aşkının sabık yakuza üyelerinden olan kardeşiyle irtibata geçer; fakat orhan'ın şarkıları gibi güzel eiko, kilmer'den hala bir şeyler saklamaktadır...

1974 senesinde japon hızlı tren sisteminin, bizim şu anki sistemimizden on kat daha ileride olduğunu görerek birkaç kez gidip geldik kyoto-tokyo arası. insanı yerinden hoplatan bir iki iddialı sahnesiyle, etraftaki kan kokusuna rağmen sevmenin kalpleri nasıl da ılıttığını gösteren diyalog ve görüntüleriyle film sonunda yüzümde şöyle bir ifade kaldı...

6.12.11

sulugöz

benim 20 arkadaşım var. benim için sırat köprüsünden halatsız bungee jumping yapmaya hazır 20 arkadaş... tek kıvılcımı, milyonlarca insanın yüzyıllarca ter akıtarak inşa ettiği, sokakları buram buram steakhouse burger kokan bir medeniyeti birkaç dakikada terk edilmiş hayaletli bir kasabaya çevirebilecek kudretteki ateşe atlamaları için bir göz kırpışım yeterlidir. oduncu gömleğimin sol cebindeki varlıkları dünyanın muhtarıymışım gibi bir güven verir bana. bu yüzden ilk merhabalaşmamızdan beri bedenimin yüreğime en yakın bölgesinde ağırlarım onları. devasını bilmediğim dertlerimde, sabun köpüğü gibi bir nefeslik sevinçlerimde hazır bulunurlar. bazı zamanlar cızırtıya benzer sesler duyarım dostlarımdan. dertlerimden içlerinin yangın yerine döndüğünü anlarım. burulurum benim için böylesine dumanlandıklarına. kafamın içine yaptırdığım gözyaşı çeşmesinin susuzluklarını gidermediğini görürüm, oturup bir de bunun için ağlarım. sevinirim bir yandan da, zihnimdeki bütünüyle organik olan mahsüllerden birilerinin nasipleniyor oluşuna.
dostluk, dinlemek kadar dinlendirmektir de. onların bu dert dinleme faslında, tüm benliğime örttükleri dinginlik yorganını anmamak, kabuğu zamansız soyulmuş yaraya terli parmaklarla dokunmak kadar acı verir dostlarıma. ''dost'' kelimesinin ağızlarda happydent kadar sık dolaşması, sinir sistemime atom bombası atılmış gibi moralimi bozar. hiroşima hüznü kaplar bütün hücrelerimi. halbuki o sulugöz gibi olmalıdır. adı geçtiğinde gözleri sis duvarına çarptırmalıdır saatte 180 kilometre hızla. yine de onlar hakkında bu sözcüğü kullanmaktan çekinmem; çünkü ciğerimi benden daha iyi bildiklerini bilirim, her metreküpüne kadar. ve vakit gelince, ceplerinde bana katacakları bir şeyleri kalmadığında, her gerçek dost gibi kapıyı sessizce çekip giderler bir bilinmeze. aramızdaki alışverişe karşın yanımdaki varlıklarının bir koşu parkurunun ilk 500 metresi kadar sürmesine anlamam veremem. hem alanın satanla aynı ölçüde razı olduğunu yalnızca ben düşünüyorumdur. bu ihtimal kafamın içinde her fonttan, her puntodan ünlem işaretlerinin langırt oynamasına neden olur. benzimi filtre süngeri rengine çevirip evrende yıldızların bile haberi olmayan dünyalara iltica eden dostlarımı düşündükçe içlenirim bazen; bağdat'tan kaçak mazot getiren kamyoncular gibi bir uzun marlboro ateşlerim airbus a380'lerin cirit attığı lacivert geceye doğru.

4.12.11

JB


''sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin, bakardın
üşürdüm, içim ürperirdi
felaketim olurdu, ağlardım''


''yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.''


''ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin. ''

3.12.11

kendime nasihatler

# asalak bir sarmaşık olma sakın, varsın boyun olmasın bir söğütünkü kadar.

# bir ortamda sabahattin ali mi övülüyor, arkana bakmadan kaç. arkandan bir grup sırtlan kovalıyormuşçasına kaç.

# ''şimdi yatayım, sabah erken kalkar çalışırım'' felsefesinin hiçbir zaman, hiçbir yerde işe yaramadığını kafana sok. bu tecrübelerden damıtılarak elde edilen acı gerçek, bir uzvun olsun. üçüncü gözün olsun.

# ishak paşa sarayı'nı gör. yolculuk için para harcama. asgari düzeyde harcama yap yahut. ''karşıdaki insanı dinlemek, minik bir merhaba'' çok kapı açar.

# seyahatname'yi oku.

# müziği azalt. baygınlık verecek kadar sıcak bir ortamdan dışarı çıktığında tüm bedenini önce serinleten, sonra donduran soğuk havada day is done dinlemeyi özle biraz.

# be yourself, no matter what they say (by sting)

2.12.11

bulaşık

dün gece arkadaşımda kaldım. birkaç hafta önce birlikte tutmuştuk evi. öncebeci'de (2 yıllık cebeci) bu 1+0.5 tipindeki mütevazi daire. merkezi sistem olduğu için muttasıl yanıyor petekler. sanki alt katta fırın varmışçasına sıcak ev. gece oldu, hadi dedik yatalım. yattık. arkadaşım sekizinci uykusunda yedinci rüyasını görürken ben bir türlü kopamadım gerçeklikten. sağa dön yok. sola dön yok. saat 3'ü geçerken kalktım yataktan. mutfakta bir adet ateşleyip biraz serinlemekti tek istediğim. mutfakta bir süre yeğenime çok benzeyen bir kediyle yaklaşık beş dakika kesiştik. gözleri gözlerime değince felaketim olmadı; ama sevdalı iki insan gibi birbirimize baktık dakikalarca. sonra ''daaaayytt'' diyerek pencereyi kapattım. hala serinleyememiştim. tezgaha baktım boş gözlerle. bulaşık yığılı duruyordu. bir saniye dahi tereddüt etmeden prilledim süngeri ve giriştim bulaşıklara. temizlik hastalığı annemden miras olduğu için erinmedim hiç. bulaşıkları yıkadığım yetmezmiş gibi rafları simetri esasına göre tekrar yerleştirdim. işe yaramayan kap kacağı rafın en ücra köşesine dizdim. yağ ve salça lekesinden hardal sarısına dönen ocağı sakız gibi beyazlattım. hızımı alamadım; buzdolabına niyetlendim. içindeki nevaleyi indirip içini silmek... saat 3.30 gibi bir şey. gürültü olur diye fazla ısrarcı olmadığım bu düşüncemde. temizlenecek daha başka şeyler aradım; fakat bu kutu gibi odada bir şey kalmamıştı el atacak. en sonunda dolaptan bir tane armut aldım. yıkamadan yedim. annemin beni eleştirirken en çok kullandığı argümanların başında gelir meyveleri yıkamadan yemem. vitaminin kaybolduğunu düşünüyorum halbuki ben yıkarken. (bu zehir zemheride bir de koca dedeler gibi pantolonun içine içlik giymediğim için eleştiriliyorum mütemadiyen...) biraz serinlemiş olmanın verdiği rahatlıkla yatağa tekrar döndüm. gene istediğim kıvamda değildim ve sonra, yaklaşık bir saate yakın zbigniew preisner dinledikten sonra içimdeki gemi uzaaak yalnızlık limanlarına demirlemiş.

neyse, neyse bu efemine muhabbeti daha fazla uzatmak istemiyorum. zamanaşımına uğradığı için yayınlamaktan çekinmediğim bir başka foto-yazıyı paylaşıyorum. o üç harfli rengi kullanarak ankara hakkında yergi yazma alışkanlığım varmış o zamanlar. şimdi yok; çünkü yapacak hiçbir şey yok.

hadi bakalım.

**********

6 nisan 2010

izmir'deyim.
liseden arkadaşlarımı ziyarete geldim.
ankara, meğerse yavaş yavaş öldürüyormuş beni. geldiğimde gözüme çarpan ilk şey sokak kültürü oldu. ankara nedir? blok, blok, 8 katlı blok, 28 katlı blok, 58 katlı blok, gri, grey, kirli arabalar, tozlu körüklüler, mor gömlekliler, sivri burunlular... şimdi izmir'e girişte korktum. bornova ve buca tarafları resmen çizgi filmlerde ya da tarihi filmlerde gösterilen ''antik atina'' gibi. yani kentin büyük bir bölümü ankara'da doğantepe, çinçin, telsizler olarak tabir edilen ve bir parça güvenlik problemi olan bölgeler gibi tepe üzerine kurulu ve en yüksek bina 3 katlı, o da bina usulü değil. müstakil tip. mevsim olarak kışlar ılık ve yağışlı, yazlar ise sıcak ve kurak. değil değil. gavur mavur değil, gayet de güzel memleket.

yanında kaldığım elemanların vizesi vardı, sabah çıkıp gittiler. ben evde kaldım tek. ben ki ev biraz dağınık olsun, bulaşık biraz birikmiş olsun; işine konsantre olamayan bir adamım. yani evde tekim diyelim, yediklerimin bulaşıkları mutfakta yatıyor... hayatta okuduğumdan, çalıştığımdan, izlediğimden zevk alamam! illaki kafa rahat olacak, arkada düşünülecek bir şey olmayacak. (çevirmenin notu: ah ah ah. bunun hayattaki en büyük lükslerden biri olduğunu yeni yeni idrak ediyorum)

e sabah. e kahvaltı. e adamların ekmeğini yiyoruz, suyunu içiyoruz. ama ne yemek-içmek! dayanamam ben. hemen bunların nuh aleyhisselam zamanından kalma bulaşıklarını yıkamaya giriştim. yemin ederim 30 küsür bardak yıkadım. içmiş, içtiği yerde kalmış.







birikmesine ne gerek var? yediğini mutfağa götürünce en fazla 3 dakikanı alır, alıp suya tutmak.



buna diyecek bulamıyorum. masanın üstünde taze ekmeklerle beraber duruyor. al at yani, nedir.

sonuç!!!
gerçi yine de bir şeye benzediği söylenemez. temizlik şirketi tutmak lazım. anca öyle.



evin camlarına, televizyonun üstüne ''beni yıka'' yazsan yazılır, neyse ki onları da bir güzel ova ova sildim. dahasıjksdfhdjkghdfjkhg kapı çalıyor, stop.