28.2.12

mesut



babaannem hamile iken karnını bir gün sandığa vurmuş... o sırada ise fotoğraftaki halama hamile imiş... biz kendisine ''mesut'' diyoruz kısaca. kendisi latif doğan ve ahmet necdet sezer aşığı. hafızası çok keskin. seneler evvel gördüğü birini şıp diye tanıyor. isimleri asla unutmuyor. (geçen yaz, sabah alt komşunun 1 yaşındaki oğlu bize gelmişti. mesutçuğum da sevmişti sübyanı. o günün akşamı bu kez de abimin 25 yaşındaki arkadaşı hasan gelmişti eve. halacığım, ''amaaa hasan nasıl büyümüş'' diyerek omuzlarımız sarsıla sarsıla gülmemize neden olmuş idi. ara sıra bu tarz muzip çıkışları da var elbet.) kendisi vesikalık fotoğraf koleksiyoneri. elindeki siyah şey fotoğraf albümü. içinde 100'e yakın kişinin vesikalık fotoğrafı var. elinden hiç bırakmıyor albümü ve günde saatlerce o fotoğraflara bakıyor. gelen her misafir sayesinde de arşivi genişletiyor. bir dönem ''barış manço'' gibi 10 parmağında da yüzük vardı. yüzük, bilezik, kolye, küpe, bileklik... şimdilerde bunu minimuma indirmiş vaziyette. senelerce profesyonel olarak sigara içiciliği yaptı. öyle ki eve gelen misafirler ''mesude içsin'' diye karton karton maltepe sigarası getirirlerdi. babaannem de alır o sigaraları, bir yere saklardı. şayet halacım zulayı patlatırsa bitirene kadar 2-3 paketi bir gün içinde bitirebilme kapasitesine sahipti. sonra doktorun ''sigara içersen ölürsün'' uyarısının ardından bir günde bıraktı sigarayı. uzatanların teklifini içi giderek de olsa reddediyor...

24.2.12

bungun



güneşli, serince ve bungun (bu kelimeyi çok seviyorum.) bir mart günü, kedilerin şişmanlığının gebelikten mi yoksa oburluktan mı olduğunun anlaşılamadığı bir bahar günü, evde gün ayarında bir etkinlik olduğu için kapı dışarı edilmiştim. misafirler gelmezden evvel karnımı mercimek köftesiyle, kıymalı börekle, unlu kurabiyeyle doyurup ne yapacağımı bilmez bir şekilde dışarı çıkmıştım. öğle namazı ile ikindi namazı arasındaki zamanı, evde gelin/kız/''koca avrat'' dırdırı/homurtusu çekip onların ''bu kadar da yaşlanılmaz ki'' anlamına gelen soğuk bakışlarına maruz kalmamak için dışarıda sosyalleşmekle değerlendiren ve cami avlusunda güneşlenen, hırıldayarak ''vay vay allah şükür'' diyerek esneyen hacı babalar gibi etrafta biraz dolandıktan sonra bakkaldan birkaç parça meşrubat/abur cubur alarak çocuk cıvıltısından mahrum, geceleri gençlerin alkollü muhabbet mekanı haline dönüşen tenha bir parka oturup elimdeki kitabı okumuştum. kitap gabriel garcia marquez‘in kırmızı pazartesi adlı romanıydı. o birkaç saatlik zamanda da kulağımda rahmetli piazzolla dayımın ''milonga del angel''i yaklaşık 30 farklı versiyonuyla kıncal damarlarıma dek sirayet etti idi. ne zaman kitabı görsem bu müzik, bu müziği ne zaman duysam o kitap gelir aklıma. ''bungun'' kelimesi kadar yakışan bir sıfat bulamadım bu iki eser için. su çıkan kısmı tıkayıp hortumu attırmak gibi bir deneyim ikisi de çünkü. dışarı çıkamayan suyun ilk başladığı yere dönerkenki macerası. kırmızı pazartesi'de sonucu daha ilk cümleden, hatta kitabın kapağından biliriz; ancak kemanın yayı son birkaç sayfada kopar. o parkta geçirdiğim birkaç saat üzerimde unutamayacağım bir ağırlığa neden olmuş, omuzlarım biraz daha düşük girmiştim a'dan z'ye kadın kokusu, kadın kahkahası, kadın konuları sinmiş eve. sonra kendime demli bir çay koyup meditango ile meditasyon yapıyormuşçasına arındığımı hissetmiştim. o günün akşamına da ''el classico'' filan izleyip soru işaretine takla attıran insanların insanlığa kazandırdıklarından bir süre el çekmiş olabileceğimi zannediyorum¿

12.2.12

veli'nin oğlu


bu gece rüyamda, elimde kocaman bir kırmızı balonla geziyordum ortalıkta. karbondioksitle şişirdiğimiz balonlar gibi yerlerde sürünmüyordu balon. oksijenden daha hafif olan helyum gazı ile doldurulduğu için yeryüzünde duramıyor, sonsuzluğa kanat açmak istiyordu ki ben buna elimdeki iple engel oluyordum. gökyüzünün maviliği tüm çıplaklığı ile ortalıkta iken ve özellikle hava da rüzgarlıyken, gökyüzünde beliren balonların (ve poşetlerin) gözden kayboluşunu izlemek yalan dünyanın en küçük fakat en gerçek mutluluklarından biri bence. o kadar ufak şeylerle mutlu olabilmek de kişisel gelişim konusunda çok şeyin atlatılmış olduğunun veya halihazırda o engellere hiç bulaşılmadığının işaretidir bir yandan. neyse neyse. fakat bir gün, tıpkı onun gibi baloncudan tüm balonları satın alıp tüm ankara'yı baştan sona yürüyerek gezeceğim ve her gördüğüm ufaklığa balonlardan birini vereceğim. kim gibi mi? veli'nin oğlu gibi. ''tarifsiz kederler içindeyim.''

***

1. sıhhıye'deki atatürk anıtı'na bırakılan bir çelengi alıp konuk edileceği eve götürmüş.

2. baloncudan bütün balonları satın alıp sokak sokak dolaşmışlığı varmış.

not: aktaran, melih cevdet anday, "akan zaman duran zaman" adam yay. 1. baskı, 1984

8.2.12

buğday sarısı


beni hüzünlendiren bazı anlar var. ömrü vefa etmeyip de vefat etmiş birinin eşyalarını alakasız bir yerde, alakasız bir vakitte görmek, mesela belki senelerdir girilmemiş bir odanın kapısına asılmış bir ceket, toz içinde bir kasket ya da şu anda çoluk çocuk sahibi sevilen bir kuzenin bebeklikten kalma emziği. babaannem benim emziğimi saklardı. nerede mi saklardı? hem kümes hem de bodrum olarak kullanılan bir yerde saklardı. yumurtadan çıkalı saatler olan civcivleri sevmeye gittiğim zamanlar sakladığı yerden alıp gösterirdi. oldukça sevimli karelerin art arda sıralanmasına neden oluyor bu anılar. sevimli ve gene de hüzünlü. bu anlardan biri de özellikle gecenin geç bir vakti, boş caddede kendi kendine yanıp sönen sarı trafik ışığı. çöp konteynırından bir anda fırlayıp insanın aklını çıkaran kediler, geceleri grup halinde gezerek yine insanın aklını çıkaran serseri köpekler ve tek tük geçen buğday sarısı taksilerin dışında sokakta kimselerin olmadığı vakitlerde kendi kendine yanıp sönen, ''hazırlan ey ademoğlu, hazırlan. hazreti süleyman... 750 sene yaşamış. altın, mücevher... e dünya ona da kalmamış'' diyen sarı trafik ışıkları... oldukça sinematik, hayli manidar.

3.2.12

lopopo


kendi evim olursa tüm duvarları geyikli, tavus kuşlu duvar kilimiyle kaplamak isterim.