14.11.12

aslan gayserilim

kayseri ağzından birkaç örnek gadasını aldıklarım.

kalleplemek: baştan savma iş yapmak. mesela temel reis'in yeri süpürdükten sonra çıkan zibili çöpe atmak yerine halının altına tepiştirmesi tam bir kalleplemek örneği.

cıncık: cam parçası (aynı zamanda bayram şekerlerine de cama benzedikleri için cıncık şeker (somuruk şeker) denir.) 

cilkez: "hakikaten, gerçekten de" cücük: civciv (civcive aynı zamanda "civci" dendiği de yaygın olarak görülür.) 

alağaz: boş konuşan, geveze (alağız iken alağaz biçimine dönüşmüş gibi görünüyor.) 

batman: eski ölçü birimlerinden biri. 8 kilo kadardır. kayseri'de kavun karpuzun kilosunun ne kadar olduğu sorulmaz satıcılara. "batmanı na'adar yiğenim?" denir. 

yumuş buyurmak/yumuş tutmak: dedeniz sizi tükkana cağara almaya gönderir. yumuş buyurur yani. siz de goparak tükkandan cağarayı alır gelirseniz yumuş tutmuş olursunuz. paranın üstüne konma ihtimaliniz bulunmaktadır.

patlak: bidon. evet bidon demek. örnek kullanım: "fatma bodurumda 5 kiloğluk yağ patlağı var, onu getir de içine doldurak, gop!" (burada 'gop' efektinin 'koş' anlamına geldiğini belirtelim. sizin anladığınız anlamda "koptum yhaa" gibi bir anlama gelmiyor, "hızlı hareket et" anlamında.

çavsık: "çavsık çavsık kokmak" biçiminde, yani zarf olarak kullanılır. çavsık koku neye benzer derseniz, çürük balık kokusunu ya da pastırma yedikten sonra terin ve idrarın kokusunu örnek verebilirim.

marilleşmek: duygulanmak, hüzünlü bir tablo karşısında burnun kızarıp seğirmesiyle ağlama moduna geçmek. ya da bir çocuk babasını uzun bir aranın ardından gördüğünde utanır, babasını kaçamak bakışlarla izler; baba gelip evladına sarıldığında çocuğun kendini ağlamamak için zor tutması durumundaki halet-i ruhiyeyi de tarif eder. (doğrusu annem sürekli kullanır bu lafı; ama internet ortamında böyle bir harf kombinasyonu hiç bir araya gelmemiş.) 

gamgayla kaşınmak: gamga odun parçası demekmiş; ama zannediyorum ki kıymıklı odun anlamına geliyor. yani elinizle tuttuğunuz vakit, elinize batıyor ısırgan otu gibi. şimdi bu deyim, çok zor hayat şartları altında yaşayanlar için kullanılır. misal: "anam, gitmiş şukrü'den para istemiş, şukrü'nün neyi var gııı. bir mayış, sekiz baş horanta. gamgaynan gaşınıyor oğlan, şukrü niitsin?" 

dembesek: şaşkın, sersem, beceriksiz anlamına gelir. dembeseağ şeklinde telaffuz edilir.

haleşek kovmak: çok gürültü çıkarmak, yaramazlık yapmak anlamına gelir. evin içinde yakalamaca, kovalamaca oynarsanız haleşek kovmuş olursunuz.

fıstığın hacı ahmet: ''senin işin de iş hani'' lafına ikame eder. yani mesela; dışarıda kar var, boran var, yağmur var, çamur var. sen de evde gürül gürül yanan sobanın yanında mis gibi bembeyaz yastık, çarşaf, yorgan üçlüsünde keyif yapıyorsun. işte öyle bir durumda senin bu halini tanımlamak için ''fıstığın hacı ahmet'' denir. (kesin bir hikayesi vardır, orasını bilmiyorum lakin.)

gıcılamak: sinirlenilen insanın üzerine hücum etmek, karşıdakine zarar vermek için ileri atılmak.

toklamak: toklu ile alakası var mı bilmiyorum; ama orta anadolu'da aşırı ot/saman/arpa yiyip çatlama noktasına gelen hayvanlar için kullanılır. tokladığı anlaşılan hayvan hemen kesilir. zira hazımsızlıktan ölmesi an meselesidir. hayvan bu yüzden kesilir ki murdar olmasın, eti yenebilsin. yoksa yapılacak tek şey, ölen hayvanı (genelde koyunlar toklar) köyden uzak bir araziye götürüp köyün köpeklerine dolaylı yoldan ziyafet çekmektir.

27.9.12

garip

dün oradaydım, kırşehir'de ahi evran camii avlusunu dolduran binlerden biriydim. türk müziği adına en sevdiğim insana şayet bir vazifem varsa, onu yapmak için bozkırın tam ortasındayım. dünyanın en sevdiğim coğrafyası orta anadolu'daydım. orta anadolu'nun neyini sever bir insan? saatlerce gitsen de bitmeyen adı üzerinde bozkırlarını mı? etrafa bakıldığında insanın içini açacak herhangi bir coğrafi güzelliğin olmamasını mı? harmanda çalışmaktan kavrulmuş kara yağız insanlarını mı? yoksa sırf neşet'in memleketi olması orta anadolu'yu sevmek yeter bir neden mi? bu soruya bir orta anadolu insanı olarak can-ı gönülden evet diyorum.   hem denize bakmak gibidir bozkırda gökyüzüne bakmak. deryaların bir sınırı var; fakat gökyüzü öyle mi? kim  görmüş gökyüzünün sonunu? 







öğle 12.30 otobüsüyle, ön camına neşet posteri asılmış otobüsle vardım kırşehir'e. üç saatlik bir yolculuğun ardından, 10 dakikalık bir yürüyüş sonrası katar katar insanla cami avlusuna vardım. tüm dükkanların camlarında aynı adamın fotoğrafı asılıydı. hayatımda gördüğüm en kalabalık insan topluluklarından biri oradaydı. hava temmuz günlerini andırır derecede sıcak olmasına rağmen adım atacak yer yoktu avluda. memleketin dört bir yanından akın akın insan geliyordu. evlerin balkonları, çatılar, işyerlerinin pencereleri... her yer tıklım tıklım doluydu. ikindi ezanı okunduktan sonra bir kısım protokol camiye girdi. erdoğan ve kılıçdaroğlu da herhalde ilk defa resmi olmayan bir törende birlikte bulunuyorlardı. tabii kalabalıktan usta'nın tabutunu dahi göremedik. ikindi namazı kılınıp cenaze namazı pozisyonuna geçilince işte o an gördüm neşet'in tabutunu. internette hemen saçma sapan laflar dönmüş. hiçbir şeyi olması gerektiği gibi yapamadağımızın en güzel, en acı kanıtı bu olsa gerek. (neşet'in, dünyanın en mütevazi insanının dahi cenazesinde dahi.) insanların öyle bir anda, öyle bir detaya takılmalarını da anlayamadım. binlerce kişiyle birlikte son görevimizi ifa ettikten sonra imam biraz gereksiz de olsa garip hakkında birkaç kelam etmeye çalıştı. iyi niyetli bir hareketti; fakat keşke hiç konuşmasaydı. eminim kendi de istemezdi böyle bir şeyi. sonra başbakan bir şeyler söyledi... eminim herkes televizyonda izlemiştir bunları. daha fazla anlatmak istemiyorum bu ayrıntıları. yeteri kadar şov vardı maalesef. 






usta'nın cenaze namazı kılınıp da omuzlarda cenaze aracına götürüldükten sonra camii avlusundaki binler yavaş yavaş mezarlık yolunu tutarken aydost çalmaya başladı. neşet'in herhangi bir eseri değil, babasına yazmış olduğu bu türkü çaldı orada. bir evladın babasına duyabileceği en yüksek sevgiyi, saygıyı, özlemi anlatan o muhteşem eser yankılandı koca meydanda. babasının "ay ucuna" gömülmeyi vasiyet eden garip'in son istediği gerçekleştirildi. o anda bu eseri çalan adamı görsem, o sıcakta boncuk boncuk ter birikmiş alnını öperdim. kurumuş göz pınarlarıma kaynağını bilmediğim bir yerden kaynak suyu akmaya başladı. tek başıma olsam oturur hüngür hüngür ağlardım; ama kendimi tutmaya çalıştım. hayatımın kesinlikle en uhrevi anıydı.





 genci yaşlısı, kadını erkeği, başı açığı türbanlısı, liselisi emeklisi, izmirlisi trabzonlusu, çankayalısı üsküdarlısı ülkenin her kesiminden insanların bir cenaze töreni için aynı mekanda buluşmaları, belki işlerinden-okullarından feragat edip saatlerce yol gelmeleriydi orada önemli olan. küçücük tabut omuzlara alındığında veysel geldi aklıma. "selam saygı hepinize, gelmez yola gidiyorum, ne karaya ne denize, gelmez yola gidiyorum." işte o da gitti. gitmeyecek olan mı var? ama mesele şu, bedeninin küçüklüğünce gönlü geniş olan bir adam ne yapmış olabilir de o kadar insana kendini sevdirmiş? bu adamın sırrı ne, diğerlerinde olmayan hangi yetisi var? sevmek sadece ona mı mahsus? bir o mu gönül yarası çekmiş? bir o mu memleket hasreti çekmiş? cevap: hayır. e o zaman nedir?

 "aydost garibim babamdı muharrem usta
 bilirim aşıktı sevdiği dosta"

30.8.12

monna rosa, siyah güller, ak güller

şairin sessizliğini, insanın sinirleri yıpratacak biçimde yaklaşık yarım asırdır koruması, şiirin destansılığı ve arkaplanı, kullanılan türkçenin berraklığı ve kıvraklığı, okuyanın sesindeki tutuklayıcılık/"bunlar ne ki, biz neler gördük neler" havası, fon müziğinin söz/sınır dinlemez çığlığı...

"ellerin, ellerin ve parmakların
bir nar çiçeğini eziyor gibi"

buradan öyleyse...

5.8.12

yezid


şu anda istanbul üniversitesi çapa tıp fakültesi genel cerrahi ve travmatoloji acil servisinin “hasta kayıt” veznesinde çalışan arkadaşımın yanındayım. kendisi “ayarlayacam ben” dediği nöbetlerini ayarlayamadığı için 24 saat nöbet tutmakta ve ben de onun odasındaki diğer bilgisayarda takılmaktayım. tabii bir yandan da hasta kaydı yaptıran yurttaşların neden hastanede olduklarını açıklayan durumlarına kulak misafiri olmaktayım. memleketin meteorolojik, sosyal ve kültürel manzarasını gelen hastaların şikayetlerinden anlamak mümkün. birkaç hafta evvel gırla giden (gırla gelen) anason-arpa kokulu/kurşunlu-bıçaklı yaralanmaların sıklığı azalmış olmakla birlikte (yazacaktim ki iki adet bıçaklama vakası geldi, biri arkadan bıçaklamaydı) , en azından benim şahit olduğum süre dahilinde vuku bulan hadiselerin çoğunu 2000’li yıllarda doğmuş çocukçağızların balkondan/sandalyeden/salıncaktan düşüp bir yerlerini kırmaları-zedelemeleri oluşturuyor. araba çarpması da gene aynı yoğunlukta. havalar sıcak, evlerde durulacak gibi değil; bodrum’a akamayanlar ise stresini parklarda et yelleyerek atıyor, haliyle doğal bu tür kazalar; lakin nosocomephabia’mı, yani hastane fobimi sürdürmekte ne kadar haklı olduğumu gördüm durumunda ciddiyet olmayan araba çarpmış bir çocuğun gözlerine baktığımda. aynı korku yavrusunu kucaklamış annede de vardı; fakat yüz çizgileri “allah’ım sana şükürler olsun” dercesine kendini salmıştı, bırakmıştı. 100 kiloluk arkadaşıyla güreşirken ayağı 3 yerinden kırılan gencin dramına değinmek istemiyorum. en son vaka ise atatürk havalimanı dış hatlarda “yezid” adında fortçu bir cezayirli turistin gözaltına alınırken polise mukavamet göstermesi sonucu çıkan arbedede kafatasının hafifçe çatlaması.

4 ağustos, 12.00 - 5 ağustos, 04.00

3 bıçaklanma
12 düşme
1 darp
7 trafik kazası
1 intihar girişimi (koluna faça atan belalı kız)
ex yok.

kopan parmaklara, fışkıran damarlara saatlerce müdahale edilememesi, hastaların dört bucak yedi tepe dolandırılmasıyla tam bir okul oldu çapa benim için. kalkınıyoruz elhamdülillah. tam bir okul, tam bir piç.

20.5.12

acı ölüm

tarçın, rengi pek tarçına benzemese de bizim sarı ördeğimizin adıydı.

birkaç hafta evvel sıhhiye köprüsünün üzerinden almıştı ablam. ederi 5 türk lirasıymış. pek sevdik, okşadık, bakkaldan karton alıp döşek hazırladık kendisine. ıslatılmış bayat ekmeği, rendelenmiş hıyarı, suyunu eksik etmedik. balkona, zaman zaman da evin halılarına sıçmasına o kadar da kızmadık, kızamadık. tatlıydı. çirkin bir ördek olsa bu kadar müsamaha gösteremeyebilirdik; ama iç anadolu insanının sarışınlığa olan hayranlığı bizde de vardı elbet. balkondaki karton yatıyor, güneşten korunması için benim sübyanlık dönemlerimden kalma “ördek” resimli kahverengi minik battaniyemi örtüyorduk. onu en son bugün, annem balkonu yıkarken gördüm. keyfi yerindeydi. keyifli keyifli viyk’liyordu. çok değil, bir saat kadar sonra acı haberi alacaktım.  tabii onu daha sonra da gördüm; ama o beni göremedi. muhtemeldir ki birkaç gündür dikkatimi çeken mendebur kargalar, tarçın’ın boğazını deşmişler. hakikaten annem çağırdığında içim kabardı. kusmadım, ama elimin ayağımın boşalması işten değildi o anda. üşütüp ölse, sakatlanıp ölse gene o kadar acı bir ölüm olmazdı; ama yediği ekmeklerin üzeri öyle kan olmuştu ki şaşırdık minicik hayvandan çıkan kana.

dayanamadım, bir elime keseri, diğer elime içinde merhumu taşıyan kutuyu ya da tarçın’ın tabutunu alıp boş araziye doğru yürüdüm. derince bir kuyu kazıp altunbilekler poşetine koyduğum yavrucağı toprağa verdim.  ülker çikolatalı gofret kutusu tabutu, altunbilekler poşeti de kefeni oldu yani zavallının. toprağı sıkıca kapatıp üzerine de taş koydum kediler, köpekler kokusunu alıp eşelemesinler diye.

hayat bu kadar romantik değil elbet. kuşun canını yine bir diğer kuş alıyor. biri, bir kiraz ağacı kadar hayat dolu iken diğeri ise devedikeni kadar çirkin abiliyor. doğanın kanununa müdahale etmek sanırım her şeyi daha kötüleştirecek. (serdar kılıç tarzı son)

"acı ölüm genç ölüm
bu nasıl gitmek gülüm
kara haber tez gelir
kırdın kanadım kolum"

2.4.12

siyah beyaz



beni hüzünlendiren bir nokta var bu renklerle ilgili. bundan 50 yıl sonrasında mitokondrilerimiz, kofullarımız, golgi aygıtlarımız toprağa karışmaz da biz hala yaşıyor olursak, geriye baktığımızda ninelerimizin evindeki siyah beyaz (sepya bazen) renklerdeki fotoğraflar gibi fotoğraflarımız olmayacak. her şey 1920x1080 çözünürlükte, 15 megapiksel cıncıklıkta olacak. mektup diye de bir şey olmayacak. anneler, ölen oğullarının maillerini bastırıp onlara sarılacak, renkli çıktıları gözyaşlarıyla epritecekler. bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi bilemedim.

1.4.12

egemen muharrem oktay hasip

rüzgârların en ferahlatıcısı

desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
sende tattım yemişlerin cümlesini.

desem ki sen benim için,
hava kadar lazım,
ekmek kadar mübarek,
su gibi aziz bir şeysin;
nimettensin, nimettensin!
desem ki...
inan bana sevgilim inan,
evimde şenliksin, bahçemde bahar;
ve soframda en eski şarap.
ben sende yaşıyorum,
sen bende hüküm sürmektesin.
bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
günlerden sonra bir gün,
şayet sesimi farkedemezsen,
rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
bil ki ölmüşüm.
fakat yine üzülme, müsterih ol;
kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
ve neden sonra
tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
hatırla ki mahşer günüdür
ortalığa düşmüşüm seni arıyorum

cahit sıtkı tarancı

11.3.12

216



dün uzun zamandır beklediğim bir hadise cereyan etti. samsun 216 içen biriyle vakit geçirdim. bu arkadaş, paketin götüne vurup bana teklif ettiğinde kendime engel olamadım; çünkü bu sigaranın protest bir yanı olduğunu bilirim. babaların sigarasıdır samsun. ancak geceyarısı eve girebilen, üstü başı 10 numara yağ kokan emekçi babaların sigarasıdır. kokusu, babaların dışarıdan montlarıyla getirdikleri soğuğun yancısıdır. tek eğlencesi "sigara" olan insanların sigarasıdır. samsun içip de doğru yoldan sapan, bulunduğu muhitin huzurunu kaçıran kimselere rastlamadım ben henüz. bu insanlar, 20. yüzyılın ilk yarısındaki insan ilişkilerini hala muhafaza eden, saygılı ve naif insanlardır. zenginlik ya da garibanlık bir tarafa, bir duruşun sigarasıdır samsun. saygılı duruşun işaretidir. görece ucuzdur (beş lira), bu yüzden öğrenci/gariban sigarası olarak görülür; fakat tütün kalitesi kendi sınıfındaki sigaralara göre birkaç gömlek üsttedir. onlar gibi ağızda naylon tadı bırakmaz ve bir dal uzun bir süre götürür; hemen bir tane daha yakma ihtiyacı duymaz içen adam. velhasıl dedelerim nedeniyle çocukluğumda önemli bir yer işgal eden bu sigara, ilk nefeste tüm o eski anılarımı tazeledi. marlboro kutusuna samsun koyan "zozo emmi" geldi aklıma.

3.3.12

şirazlı: bir tehcir hikayesi

bazı geceler annemin yanına uzanırım, eskilerden konuşuruz. aslında annem anlattıkça ben deşerim. konu konuyu açar, öylece zamanda seyahat ederiz birlikte. genelde köy hayatından ilginç kesitler sunar annem bu yolculuklarımızda. o kadar çok malzemesi, o kadar çok tanıdığı, o kadar çok gün görmüşlüğü ve o kadar çok gün görmemişliği var ki bazen kurduğu zincirleme isim tamlamalarını zihnimde canlandırmaya, kendi dayımın kayınçosunun hanımına uyarlamaya çalışırken konuyu unuturum. yalnız anlatırken dinleyicinin dikkatini ve ilgisini düşürmemeye özen gösterecek kadar yaşayan bir dille, gerektiğinde sözkonusu kişinin konuşma biçimini taklit ederek anlatır annem. ondan öğrendiğim olayların benzerlerine sadece gabriel garcia marquez eserlerinde rastladığımı da belirtmeliyim. adeta macondo'ymuş bizim köy. mesela en son çırazlı diye bir kadından bahsetti ki kendisini çocukken görmüşlüğüm vardır. kocası ''mücafer'' adında uzun, ince, kavruk, üst dudağında 2 santimetre eninde siyah bir bant gibi duran bıyığı olan, geçimini köyde ayakkabı tamiriyle sağlayan garip, naif bir adamdı. dedelerimin ahbabıydı. abimi pek severmiş küçükken. mücafer emmi, sanırım 2000'de, ölünce alamancı abisi halis, mücafer emminin karısı ''çırazlı'' teyzeme ''evi boşalt, köyüne geri dön'' demiş. şimdi bizim köyde, bizim köyden olmayan yaşlı gelinlere onların köyüyle hitap edilir. ankaralı, nevşehirli, samsunlu değil de; çırazlı, harsalı, elbaşılı, ekrekli gibi. bu çıraz'ın gerçek adı şiraz'dır ve anneannem de tomarza'nın bu şiraz adlı köyündendir; fakat anneanneme nedense çırazlı (şirazlı) denmezdi. (şiraz, bilindiği üzere şairleriyle ünlü ve eski pers başkenti persepolis'e oldukça yakın bir iran şehri. ayrıca kaliteli bir şarap üzümü. farsçadaki anlamı ise ''sır şehri'' imiş.) neyse konuyu dağıtmadan, çırazlı teyzeme ''evi boşalt'' talimatı gelince yüksek yüksek makamlardan, garibim şiraz'daki dul kardeşinin yanına gitmeye karar vermiş. hürce alınmış bir karar değil elbet, mecburiyet. bir gün traktörün römorkuyla gelip götürmüşler çırazlı teyzemi. annem anlattığında çok komiğime gitti, garibin ne eşyası olacak. 2-3 yorgan, minder, birkaç döşek. o kadar, başka bir şey yok. römorkun bir bölümüne eşyalar yüklenmiş, geri kalan kısmına koca avrat oturmuş, kalan kısmına da koca avradın tezekleri ve sayısı 10'u bulan tavukları ve onların cücükleri. kadın, tezek, civciv, döşek ve kadının kendini yerçekiminin çekiciliğine kaptırmış memelerinin arasındaki bir tomar alaman markı.

28.2.12

mesut



babaannem hamile iken karnını bir gün sandığa vurmuş... o sırada ise fotoğraftaki halama hamile imiş... biz kendisine ''mesut'' diyoruz kısaca. kendisi latif doğan ve ahmet necdet sezer aşığı. hafızası çok keskin. seneler evvel gördüğü birini şıp diye tanıyor. isimleri asla unutmuyor. (geçen yaz, sabah alt komşunun 1 yaşındaki oğlu bize gelmişti. mesutçuğum da sevmişti sübyanı. o günün akşamı bu kez de abimin 25 yaşındaki arkadaşı hasan gelmişti eve. halacığım, ''amaaa hasan nasıl büyümüş'' diyerek omuzlarımız sarsıla sarsıla gülmemize neden olmuş idi. ara sıra bu tarz muzip çıkışları da var elbet.) kendisi vesikalık fotoğraf koleksiyoneri. elindeki siyah şey fotoğraf albümü. içinde 100'e yakın kişinin vesikalık fotoğrafı var. elinden hiç bırakmıyor albümü ve günde saatlerce o fotoğraflara bakıyor. gelen her misafir sayesinde de arşivi genişletiyor. bir dönem ''barış manço'' gibi 10 parmağında da yüzük vardı. yüzük, bilezik, kolye, küpe, bileklik... şimdilerde bunu minimuma indirmiş vaziyette. senelerce profesyonel olarak sigara içiciliği yaptı. öyle ki eve gelen misafirler ''mesude içsin'' diye karton karton maltepe sigarası getirirlerdi. babaannem de alır o sigaraları, bir yere saklardı. şayet halacım zulayı patlatırsa bitirene kadar 2-3 paketi bir gün içinde bitirebilme kapasitesine sahipti. sonra doktorun ''sigara içersen ölürsün'' uyarısının ardından bir günde bıraktı sigarayı. uzatanların teklifini içi giderek de olsa reddediyor...

24.2.12

bungun



güneşli, serince ve bungun (bu kelimeyi çok seviyorum.) bir mart günü, kedilerin şişmanlığının gebelikten mi yoksa oburluktan mı olduğunun anlaşılamadığı bir bahar günü, evde gün ayarında bir etkinlik olduğu için kapı dışarı edilmiştim. misafirler gelmezden evvel karnımı mercimek köftesiyle, kıymalı börekle, unlu kurabiyeyle doyurup ne yapacağımı bilmez bir şekilde dışarı çıkmıştım. öğle namazı ile ikindi namazı arasındaki zamanı, evde gelin/kız/''koca avrat'' dırdırı/homurtusu çekip onların ''bu kadar da yaşlanılmaz ki'' anlamına gelen soğuk bakışlarına maruz kalmamak için dışarıda sosyalleşmekle değerlendiren ve cami avlusunda güneşlenen, hırıldayarak ''vay vay allah şükür'' diyerek esneyen hacı babalar gibi etrafta biraz dolandıktan sonra bakkaldan birkaç parça meşrubat/abur cubur alarak çocuk cıvıltısından mahrum, geceleri gençlerin alkollü muhabbet mekanı haline dönüşen tenha bir parka oturup elimdeki kitabı okumuştum. kitap gabriel garcia marquez‘in kırmızı pazartesi adlı romanıydı. o birkaç saatlik zamanda da kulağımda rahmetli piazzolla dayımın ''milonga del angel''i yaklaşık 30 farklı versiyonuyla kıncal damarlarıma dek sirayet etti idi. ne zaman kitabı görsem bu müzik, bu müziği ne zaman duysam o kitap gelir aklıma. ''bungun'' kelimesi kadar yakışan bir sıfat bulamadım bu iki eser için. su çıkan kısmı tıkayıp hortumu attırmak gibi bir deneyim ikisi de çünkü. dışarı çıkamayan suyun ilk başladığı yere dönerkenki macerası. kırmızı pazartesi'de sonucu daha ilk cümleden, hatta kitabın kapağından biliriz; ancak kemanın yayı son birkaç sayfada kopar. o parkta geçirdiğim birkaç saat üzerimde unutamayacağım bir ağırlığa neden olmuş, omuzlarım biraz daha düşük girmiştim a'dan z'ye kadın kokusu, kadın kahkahası, kadın konuları sinmiş eve. sonra kendime demli bir çay koyup meditango ile meditasyon yapıyormuşçasına arındığımı hissetmiştim. o günün akşamına da ''el classico'' filan izleyip soru işaretine takla attıran insanların insanlığa kazandırdıklarından bir süre el çekmiş olabileceğimi zannediyorum¿

12.2.12

veli'nin oğlu


bu gece rüyamda, elimde kocaman bir kırmızı balonla geziyordum ortalıkta. karbondioksitle şişirdiğimiz balonlar gibi yerlerde sürünmüyordu balon. oksijenden daha hafif olan helyum gazı ile doldurulduğu için yeryüzünde duramıyor, sonsuzluğa kanat açmak istiyordu ki ben buna elimdeki iple engel oluyordum. gökyüzünün maviliği tüm çıplaklığı ile ortalıkta iken ve özellikle hava da rüzgarlıyken, gökyüzünde beliren balonların (ve poşetlerin) gözden kayboluşunu izlemek yalan dünyanın en küçük fakat en gerçek mutluluklarından biri bence. o kadar ufak şeylerle mutlu olabilmek de kişisel gelişim konusunda çok şeyin atlatılmış olduğunun veya halihazırda o engellere hiç bulaşılmadığının işaretidir bir yandan. neyse neyse. fakat bir gün, tıpkı onun gibi baloncudan tüm balonları satın alıp tüm ankara'yı baştan sona yürüyerek gezeceğim ve her gördüğüm ufaklığa balonlardan birini vereceğim. kim gibi mi? veli'nin oğlu gibi. ''tarifsiz kederler içindeyim.''

***

1. sıhhıye'deki atatürk anıtı'na bırakılan bir çelengi alıp konuk edileceği eve götürmüş.

2. baloncudan bütün balonları satın alıp sokak sokak dolaşmışlığı varmış.

not: aktaran, melih cevdet anday, "akan zaman duran zaman" adam yay. 1. baskı, 1984

8.2.12

buğday sarısı


beni hüzünlendiren bazı anlar var. ömrü vefa etmeyip de vefat etmiş birinin eşyalarını alakasız bir yerde, alakasız bir vakitte görmek, mesela belki senelerdir girilmemiş bir odanın kapısına asılmış bir ceket, toz içinde bir kasket ya da şu anda çoluk çocuk sahibi sevilen bir kuzenin bebeklikten kalma emziği. babaannem benim emziğimi saklardı. nerede mi saklardı? hem kümes hem de bodrum olarak kullanılan bir yerde saklardı. yumurtadan çıkalı saatler olan civcivleri sevmeye gittiğim zamanlar sakladığı yerden alıp gösterirdi. oldukça sevimli karelerin art arda sıralanmasına neden oluyor bu anılar. sevimli ve gene de hüzünlü. bu anlardan biri de özellikle gecenin geç bir vakti, boş caddede kendi kendine yanıp sönen sarı trafik ışığı. çöp konteynırından bir anda fırlayıp insanın aklını çıkaran kediler, geceleri grup halinde gezerek yine insanın aklını çıkaran serseri köpekler ve tek tük geçen buğday sarısı taksilerin dışında sokakta kimselerin olmadığı vakitlerde kendi kendine yanıp sönen, ''hazırlan ey ademoğlu, hazırlan. hazreti süleyman... 750 sene yaşamış. altın, mücevher... e dünya ona da kalmamış'' diyen sarı trafik ışıkları... oldukça sinematik, hayli manidar.

3.2.12

lopopo


kendi evim olursa tüm duvarları geyikli, tavus kuşlu duvar kilimiyle kaplamak isterim.

31.1.12

fikr-i sabit



varolmanın dayanılmaz hafifliği'ni önce okuyup sonra izleyeyim, diyorum birkaç senedir. hiç uygun zemin olmadı bu istediğimi gerçekleştirmek adına; fakat işin içine juliette girince kitabı by-pass edebilirim gibime geldi. biricik binoşçuğumun bende saplantı, idefiks, fikr-i sabit haline gelmesi de tehlikeli sonuçlar doğurabilir, surete aşık olmak siyah beyaz bir türk filminde geniş geniş işlenmiş idi, ismi lazım değil. ayrılık girmişti araya, hicrana düşmüşlerdi. gerçi ahval ve şerait tamamen farklı ve ben öğretmenine aşık olmuş bir ilkokul öğrencisi kadar çaresizlik duyuyorum. bir meyhane sarhoşu gibi sırılsıklam bir yalnızlık duyuyorum mevzubahis j&b olduğu vakit. gene de onu bir orta anadolu türküsü kadar seviyorum. o türkülerin içindeki naiflikle seviyorum. ılık bir haziran gecesi insanın burnuna birkaç sokak ötedeki evlerin bahçesinden gelen leylak kokusu kadar seviyorum. 4 numarada oturan sevgi teyzenin yumuşatıcıyı boşalttığı çamaşırlarının gece mahalleye yaydığı koku kadar seviyorum. sadri alışık'ın türkan şoray'a beslediği hislere denk benim hislerim de. yaz meyveleri kadar, taze nohutun en küçük ve en tatlı tanesi kadar mutluluk veriyor bana jb. ve, ve kusursuzluğa olan inancımın ve ondan duyduğum korkunun daha da şiddetlendiği hissediyorum. zeki müren'in narenciye taşıyan kamyonlara arka tampon yazısı olmuş o şarkısında söylediği üzere: ''rüyalarda buluşuruz :(((''

29.1.12

ömrümün gülü

gençlik ateşimi keşke daha hayırlı hadiseler hatrına harcasaymışım. takribi 55 saniyede yazdığım bu ölçülü olmasa dahi uyaklı şiiri lise yıllarından kalan bir husumetin intikamını almak için posta gastesi'nin ''yurdumun şayirleri'' köşesine gönderdi idim. üstelik şiir yayımlanmış da. o arkadaşın arkadaşları gazete görüp ''hacı seni gördük gastede, şiir yollamışın'' tarzında sorup soruşturmuşlar. şanssızlık bu ki gazetenin o nüshasını bulamadım. gönderdiğim günün ertesinde, birkaç hafta gazete bayilerinde o şiir köşesine baktım düzenli olarak. (posta almayı post-ergenlik dönemimde bırakmıştım, internetin her eve girmeye başladığı günlerle birebir örtüşür bu dönem.) gazetede denk gelmeyince umudu kesmiştim; fakat türkiye'nin en çok satan gazetesi kanalıyla necip türk halkı eserimi okuma şerefine erişmiş. senaryom o kadar sağlam ve ağlaktı ki posta gibi gazetenin üçüncü sayfa haberi yapmadığına dua etmeliyim. o işletilen şahıs etmeli. neyse.


boşa yapılan bir sanat yok görüldüğü üzere. insanların gönül yaralarına denk düşen bir anlatım var. sanat için değil, toplum için yapılıyor sanat. romancılığı-öykücülüğü ön plana çıkmış edebiyatçılarımızın şiirlerine bakıyorum, manzara bundan daha parlak değil. ahmet hamdi tanpınar ya da ne bileyim mesela ''küçük iskender'' yazılı olsaydı şiirin altında kim burun kıvırmaya cesaret edebilirdi. kimse. hatta bazılarının ağzının suyu akardı ''güççük isgender ironi yabmış aslında ehehaha:))'' biçiminde. işte hepiniz bu kadar etiket aşığısınız. (aht'ye kötü şair filan demiyorum. taş yağar başımıza hafazanallah.)

polatlı senelerdir il olmak için didinen bir ilçeyken nasıl olur da günlük gazeteye erişimi olmaz? tabii il olamaz polatlı. niye? çünkü okumuyor. polatlılar, demiryollarına sattıkları arazinin parasını ankara'nın muhtelif bölgelerindeki eğlence merkezlerinde slav güzellere yediriyor da ondan. birikim, tasarruf, vizyon namına bir şey yok. ilçemize de şu eseri kazandıralım, ufku yok. işte bir emre var. o da edebiyata, şiire sarmış vaziyette. o da okumaz. okumaz ki. (tüm polatlıların günahına girdik. vebal aldık.)

25.1.12

tekne kazıntısı

bir zamanlar anadolu'da klasörünün içinde filmin ingilizce altyazısı da varmış. öylesine filmin üzerine sürükleyip bir de altyazılı izleyeyim, dedim. oldukça hoşuma gitti böyle izlemek. bir yandan da üzüldüm anadili türkçe olmayanlar adına. o kadar çok şey kaçırıyorlar ki film boyunca. filmin en az yarısı boşa gidiyor çevrilmeyen, çevrilemeyen sözler, ünlemler, sadece orta anadolu insanına has sözler nedeniyle. uzunca bir zamandır da aklımda bir sözlük yazma düşüncesi var. bu öyle türkçe-ingilizce bir sözlük değil. hayır, esasında türkçe-ingilizce bir sözlük; fakat istanbul türkçesi olmayacak. orta anadolu türkçesi olacak. benim bu düşüncemi körükleyen filmde, kurt gibi acıkmış cinayet araştırma ekibinin lavaşla kuzu eti götürdükleri sahnede, köy muhtarının çocuklarını anlattığı sahne..

''bi de güccük gız galdı şindi, dört numara o, cemile. onun dışında da hiçbi şey yok. o da tekne gazıntısı işte, son.''

''and there's number four, the youngest girl, cemile. no one except her. she's the last, an afterthought.''

afterthought kelimesinin anlamı konuşma bittikten sonra edilen laf. kelimenin birebir tercümesi de ''sonradan düşünülen, sonradan yapılan'' zaten. çocuklar için de kullanılıyor, diğer yerlerde de kullanılıyor. ''çatı katı sonradan yapıldı. the attic was built as an afterthought.''

bunları anlatıyor oluşumun nedeni bu kelimenin türkçe karşılığının tam anlamıyla ''tekne kazıntısı'' olması. tekne kazıntısı güzelim dilimizde bildiğiniz üzere bir çiftin uzun süre sonra yaptıkları son çocuk anlamına geliyor. ben mesela bir tekne kazıntısıyım. bu lafın hikayesi de şu. eskiler ekmek yapmak için hamur yoğururlarmış. (-miş'li geçmiş zamanda anlatıyor oluşum çıktığım yumurtayı tanımayacak, beğenmeyecek kadar soysuz olduğum anlamına gelmemeli.) o hamurdan koparıp koparıp ekmek şekli vererek ocakta, tandırda pişirirlermiş. en sonda teknenin, hamur yoğrulan kabın dibinde, kenarında kalan hamur bir ekmek yapmaya yetsin diye teknenin dibinde kalan hamuru parça parça elle kazınırmış. o hamur da pek lezzetli olmaz takdir edersiniz. fırından alınan ekmeğin içinde de çıkar bazen. fırıncı eliyle topak yapmış olur hamur ''israf'' olmasın diye. o an insanın ekmek yiyesi, su içesi gelmez. o hesap.

diyeceğim yaban eller bizim insanımızın esprili ve pratik ifadelerinden mahrumlar. afterthought, sonradan düşünülen ile böylesine hamurun, ekmeğin, fırının, fırıncının kızının dahil olduğu bir arkaplana sahip bir lafın insanlarda karşılık buluş miktarı ister istemez farklı olacaktır; fakat dert değil. kolları sıvadım ingilizce-orta anadolu türkçesi sözlüğü'nü yazmaya koyuldum. şu sıralar ''gadasını almak'' deyiminin ingilizcesi üzerine çalışıyorum. aman ne sözlüğü ya.

20.1.12

vavien






-bi sigara ver la.

roller coaster

dip'ten dik'e, adeta roller coaster'i andıran bir ruh haline sahip olmanın en kestirme yolu kusursuzluk, daha doğru bir deyişle her şeyin kusursuz olmasını istemek kusuru. bu öyle bir kusur ki birbiriyle alakalı ve hatta alakasız olaylardan bir tanesi yolunda gitmediği vakit diğer olaylar da domino etkisine maruz kalır ve zaten diken üstünde olan tüm yapı yerle bir olur. birer sırça köşktür temelinde mükemmeliyetçilik olan binalar. bina inşaatında, mikrodalga fırın üretiminde, ar-ge çalışmalarında, kamyonların fren sistemlerinde mükemmeliyetçiliğin olmazsa olmaz bir koşul olması elbette çok doğaldır; fakat iş, içinde his ve hayal olan beşeri mevzulara geldiği vakit, olaya ''insan'' faktörü girdiği vakit manzara değişir. mükemmeliyetçilik esasına göre en yıkıcı depremlere dahi dayanabilen binalar inşa eden insan, özne kendisi olduğu zaman rüzgarda metrelerce yükseğe çıkan naylon poşetler gibi oradan oraya uçuşur, öylesine savunmasız kalır kanını zehirleyen, huzurunu harman gibi savuran bu illet karşısında.

17.1.12

minor empire


güzel bir fikir, neşeli bir haber, farklı açılardan bakmayı kolaylaştıran yenilikler bana her zaman heyecan verir. tiklenirim, elimi kolumu sokacak yer bulamam, vücuduma tatlı bir uyuşukluk siner. öyle ki kanıma kıvılcım sıçradığı an ekmek su aramam. açlık, susuzluk, uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmem. hoş, yorgunluğun %51'inin psikolojik olduğunu seneler evveli belgeleriyle ispat etmişliğim var, boşa konuşmasın michigan üniversitesi'nden profesör bilmem kim. neyse sakinim. son zamanlarda dinlediğim en orijinal gruplardan biri beni böylesine heyecanlandırdı işte: minor empire. kendi kafasına göre yaşayan bir grup küçük asyalı. grubun ismi bu sıfat tamlamasından geliyor desek eksik söylemiş olmayız... kanada'nın, montreal'in bağrından kopan bir grup türk ve ecneci müzisyenin caz esintileri eşliğinde türk halk müziği eserlerini yorumlamaları insana ilk duyduğunda ''ne alaka'' sorusunu sorduruyor; fakat ''bir parça, bir parça, hadi lan bir parça daha'' diye gidildiğinde ortaya evladiyelik bir albümün çıktığını fark ediyorsunuz. yüksek yüksek tepeler, zülüf dökülmüş yüze, keklik dağlarda çağılar, dostum dostum, fırat türküsü gibi türküler yer alıyor second nature adlı bu albümde. grubun ilk albümü üstelik. çöplüğe benzeyen bugünkü türk müziğinde öten bir tavus kuşu bu grup. kendi çöplüğümüzde öten horoz değil, tavus kuşu. o kadar görkemli bir iş çıkarmışlar bence. ''gençlere türk sanat/halk müzüğü sevdürecüük'' diye güzelim eserleri mahveden, kıymetli bestecileri mezarlarında kıvrandıran kolpa şarkıcıların düdüğünün öttüğünü varsayarsak, eserin hak ettiği değeri asla göremeyeceğini peşinen söyleyebiliriz.

keklik dağlarda çağılar'ı ve zülüf dökülmüş yüze'yi nefis çalıp söylemişler. neşet dayı rahatlıkla ruhunu teslim edebilir ezrail'e.

***

türkülerden bu kadar bahsetmişken eklemek isterim ki allah nasip ederse ''sadece dedelerin bildiği maniler'' isimli bir derleme çalışması yapacağım; ama sadece dedelerin bildiği maniler. benim diyen türkologun, edebiyatçının hayatta bilemeyeceği maniler. yolda, durakta, otobüste, bakkal çakkalda ayaküstü ''dede nassın?'' diye sorulduğunda tüm hayatını, gençliğinde kırdığı cevizleri bir solukta anlatan dedelerin bildiği maniler. yemin ederim, sırf bizim mahalledeki dedeleri konuştursam karamazov gardaşlar kalınlığında bir kitap çıkar ortaya. ''beli bükük de donu sökük dedem''

14.1.12

küçük şeyler



dünya üzerinde çok az aile ''lc waikiki ailesi saadeti'' yaşıyor. o aile ki giyim firması yerine pekala diş macunu reklamında da oynayabilir kulaklara varan ağızlarla. dünyadan bu kadar kam almanın sırrını, coca-cola'nın formülünün saklandığı yerde saklıyor olmalılar. kasanın anahtarını da lüks bir yolcu gemisiyle ailece yaptıkları bir gezide adriyatik denizi'nin derinliklerine yollamış olmalılar. yoksa başka bir şeyle açıklanamaz bu kadar kafa rahatlığı. ne yani, insan 14.99 liraya kazak aldı diye bu kadar sevinir mi? hm, hmm, hmmm. zannedersem formül filan fasa fiso. küçük şeylerle mutlu olmakmış esas mesele. saadet, her şeyin aynı anda mükemmel olmasını beklemeden yaşamaktaymış. hmmm. ''gözünü toprak doyursun''

13.1.12

düttürü dünya


kemal sunal'ın en buruk filmi bu düttürü dünya. biraz geç izlemiş olmakla birlikte bu tespiti yapmakta bir beis görmüyorum. mizah mı, kara mizahın kralı var, kemal sunal bu, lütfen. zaten buruklukluk bundan geliyor sanırım. hemen her gün geçtiğim yollardan kemal sunal'ın da geçmiş olduğunu, yayalara yeşil yanmasını beklediğim ışıklarda onun da beklediğini görmek hoş ve, ve mayhoş bir his. ankara'da geçen yapımlar içinde birinci bu film, ikinci de bizim evin halleri bana göre.

gırnatacı, kendi deyişiyle müzisyen, mehmet çankırı caddesi'nde bir pavyonda çalışan bir klarnetçidir. aslında tam çankırı caddesi değil pavyonun yeri. sanıyorum rüzgarlı sokak. mehmet'in karnını doyurması gereken 3 çocuğu ve bir de karısı var elbette. hıdırlıktepe'de oturuyorlar. ankara kalesi'nden bentderesi'ne doğru bakarken karşıdaki tepe. geçinmek bu şartlar altında imkansızdır bu gariban aile için. bizim müzisyen memed (müsaade ederseniz memed diyeyim sevgili okur, daha samimi geliyor bana.) hep kendi bestelediği bir şeye benzemez şarkılarının bir gün patlayıp onu çok zengin edeceği hayaliyle yaşar; fakat kendi de bilir böyle bir şeyin olmayacağını. bu arada kayınbiraderi oturdukları evin sahibidir ve evi müteahhite vermiştir. verilen mühlet dolarken memed de yüksel caddesi metro çıkışı ile karanfil'in kesişim noktasında çakmak işine girer. (şimdilerde orada bir büfe mukim.) çakmaklara gaz doldurur, taş koyar. inşaatlarda amelelik yapar; lakin kaldıramaz bu ağır yükü. kayınbiraderi, devlet dairesinde kapıcılık yapan uyanıklık abidesi kayınbiraderi sayesinde bürokraside dönen çarkları da, herkesin çok da iyi bildiği dolapları görürüz. en sonunda... daha fazla anlatmayayım evet.


detaylı incelendiğinde 80'lerde mapus yatan gençlere, devlete sırtını verenlerin inanılmaz yükselişlerine, bir kişinin sesinden bir şey olmamasına rağmen külli bir haykırışın çok 'ses' getireceğine atıflarda bulunuluyor dönemin koşullarına paralel olarak. 1988 yapımı bir film nihayetinde. dikkatimi çeken bir nokta var. memed, darbukacı arkadaşı rıfatla (cezmi baskın) mercimek çorbası içiyorlar bir çorbacıda. sahne tamamıyla zeki demirkubuz'un masumiyeti'nde bekir ve yusuf'un mercimek çorbası içme sahnesinin aynısı. belirtmeliyim ki zeki demirkubuz bu filmin yardımcı yönetmenlerinden. hoşuma gitti doğrusu. ve müzikler. fena kolpalamamış rahmetli; ama gitarlı bir melodi var film boyu çalan. deminden beri bahsettiğim burukluğun büyük kısmı bu müzikten kaynaklanıyor. tarık öcal'a ait.

velhasıl, rahmetliğin çok güzel filmlerinden biri düttürü dünya. favori kemal sunal filmim olan kapıcılar kralı'nda yanaklarım ağrıyana kadar güldükten sonra birazcık düttürü dünya izleyerek durumu 1-1'e getirebilirim. çok güldük, ağlayalım.

parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği



-teyze, insanın kedi olası geliyo valla.

12.1.12

rainy mood



rainy mood nefis bir site. zaman zaman çisilti, zaman zaman sağanak şeklinde yağan yağmurdan ve ara ara çakan şimşeklerden başka sayabileceğimiz bir özelliği yok. ''yağmur yağsa da ortalıktaki mikrobu kırsa, herkes hasta herkes'' şeklindeki serzenişlerin arttığı dönemlerde, çiftçilerin katar katar yağmur duasına çıktığı dönemlerde, sıcaktan kurdeşen dökülen dönemlerde, dellenilen dönemlerde rainymood açılır, arkaya gönle göre bir müzik döşenir ve müziğin duygu yüklü olmasına dikkat edilmelidir ki tripten tribe daha rahat girilebilsin. sonra gidip bir kupa miktarında türk kahvesi yahut neskafe yapılır. han duvarları ile orta anadolu'yu mu dolaşırsınız, genç werther'in acılarına ortak mı olursunuz, gregor samsa'ya fırlatılan elmanın içindeki kurtçuklarla ahbap mı olursunuz artık bilemem. yüreğinize serinlik ve sükunet getirebilirse ne hoş; fakat bir süre sonra yanlışlıkla rainymood sekmesi kapatıldığında derin bir oh çekmek kuvvetle muhtemel.

10.1.12

kadın!

kadın düşmanı değilim kat'iyen. hatta pek çoğunu da oldukça severim. nasıl piyano alelade sayılabilecek bir şarkıya dahil olduğunda onu çok başka boyutlara ulaştırabiliyorsa, nasıl kekik yavan bir makarnayı dünyanın en lezzetli yiyecekleri zümresine sokabiliyorsa kadınlar da çile dolduran hayatlara o kadar umut ve ferahlık getirebilir. üstelik o kadına sahip olmak da gerekmez bu tazelenişi iliklere dek hissetmek için. gülmesi, bazen ağlaması, sigarasını ateşlemesi, birini beklerken sıkılması, soğukta kızarmış burnu dahi insana kendini iyi hissettirebilir. en azından durum bu fikrimce. kadınları yalnızca ''yatak istirahati'' önerilen bir hastalık olarak görmediğimdendir belki.

benim sinirlerimi keman teli gibi geren şey, bu kadınlık olgusunun göze sokulması. internette, medyada, edebiyatta, müzikte kadınlığa samimiyetsizce vurgu yapan ibareler ''aman yea next'' demem için yeterli sebepler. hayır, kendimle çelişmiyorum. demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın, varsın boyun olmasın bir söğütünkü kadar. (hmm, bu değildi sanırım diyeceğim.) demek istediğim, mesela twitter'de çoook var bu kadınlardan. onları okuduğumda kendimi kadınlar hamamında veya östrojen ve mercimek köftesi kokan bir altın günündeymişim gibi hissediyorum. kadın olmanın herkesi ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar iğneleyerek eleştirmek ve kendilerine pay çıkarmak, ''dünya benim iki bacağımın arasından idare ediliyor haaa, evrenin merkezi iki göğsümün arasındaki düzlük ona göre bak'' vesaire. işte bu, tatsız tuzsuz lapadan başka bir şey değildir.
bunu erkekler daha çok yapıyor işin doğrusu. dünyanın sadece kendilerine tahsis edildiğini, bu alanın onların ''er meydanı'' olduğunu ve kadınların bu yiğit pehlivanlara ayran yapmaktan başka bir şeyle yükümlü olmadıklarını zannediyorlar. bu psikoloji bizde sapasağlam duruyor. bir kadın yüksek bir mevkiye geldiğinde kaç erkek ''kesin x'e çaktırmıştır'' diye geçirmiyor içinden veya kaç erkek başarılı bir kadın meslektaşını gördüğünde kıskançlıktan kıvranmıyor? çünkü kadınlara yakıştıramıyoruz başrolü. onlar dekor tasarlayabilirler, oyunculara makyaj yapabilirler, kıyafet dikebilirler; fakat sahneye çıkamazlar. neden? çünkü orası ''er meydanı'' da ondan. yanlış.

in the conclusion, i believe that (bi saniye hatlar karıştı) şunu da ekleyip kıymetli vaktinizi çaldığım için özür dileyerek ayrılacağım huzurunuzdan. (bisss huzurumuz kaçmasın. gerk.) kadınlık da erkeklik de birilerine üstten bakmak için uygun mecralar değil. birilerini hor görmek, birileriyle maytap geçmek, insafsızca eleştirmek, empati kurmak istememek gibi tatsızlık yaratması çokça muhtemel adetleriniz varsa daha farklı sıfatlar kullanarak yapın bunu. kişinin kendi elinde olmayan faktörler sayesinde sahip olduklarıyla birileri üzerinde tahakküm kurmaya çalışması ne kadar da iptidai ve çocukça bir davranıştır, değil mi alyoşa?

"bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz
derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz"

7.1.12

oblivion

yeni kayıt'a tıkladığımda aklımda bir sürü şey vardı; fakat yazmanın hiçbir fayda getirmeyeceğini bildiğim için laf salatası yapmayacağım. (not only ne doğan güne hükmüm geçer ne halden anlayan bulunur; but also söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.) merhum astor piazzolla'nın oblivion'u, şimdiye dek dinlediğim sayısı belki onbinleri aşan müzik eserleri içinde en tepede yer alan eserdir. nasıl bu seviyeye gelebildi bu ilişki bilemiyorum; ellerden sakındığım için biraz da galiba. oblivion'u, yani ''unutulma, nisyan'' anlamına gelen bu parçayı birçok kişi kendine göre yorumlamış, cover'lamış; kavurup kendi baharatlarını ekleyerek sunmuşlar karnı kadar gönlü de aç insanlara. bu aşçılardan ikisi de bizim toprağımızdan. saro seçikyan ve gülay sezer. sadece toros dağları'nda, erciyes'in eteklerinde, fırat'ın beslediği ovalarda yetişen baharatları kullanmışlar kavurmalarında. gerçi et güvenilir kasaptan alınınca onun yahnisi de güzel oluyor. hakikaten iki sanatçımız da hakkını vermiş malzemenin. ama yine de benim favorim gidon kremer'e ait. 30'a yakın farklı profesyonel icrayı ve bir o kadar da youtube icrasını dinlemiş olmama rağmen her farklı yorum ilk heyecanı duymama yetiyor. buenos aires'te pişiyor, ankara'ya da düşüyor. müzik dışında bu kadar kapa kacağa sığmayan başka ne var acaba? acaba? ha? ne?

6.1.12

bilemez ki insan çıkar yarına



azer bülbül (asıl ismiyle sübutay kesgin) sevilsin yahut sevilmesin medyada, internette ya da insanlar arasında konuşma-eğlenme maddesi olmuş bir insandı titrek hareketleriyle. antalya'da kaldığı otelde ruhunu azrail'e teslim etmiş. 42 yaşındayken üstelik. doğal bir kalp krizi mi, yoksa kalp krizine neden olabilecek diğer başka faktörler mi etkili bu ölümde belli olur birkaç güne. pek dinlediğim bir insan değildi; lakin çevremdeki bazı kişilerin ve levent kırca'nın skeçlerinin etkisiyle oldukça maruz kalmıştım kendisinin hardcore şarkılarına.

bir keresinde, yani bundan yaklaşık 10 sene evvel, bizim peder trt'nin servisini çekiyordu. trt yapımı birçok belgesele, programa, diziye, filme oyuncu, teknik ekip, sanatçı vs. taşıyordu bizim pejo j9 ile. bir akşam, annem benden ne kadar yıldıysa ''al da git şunu'' diye babama salça etmişti beni. o da beni de alıp götürdüydü bahçelievler'deki trt arı stüdyosu'na. hiç unutmam; özhan eren (akp'nin ''haydi bir daha'' reklamının yapımcısı, şarkı ona ait), şükrüye tutkun ve azer bülbül vardı o geceki sayısal gece'de. o zamanlar pek şaşaalı kutlanıyordu çekiliş. şarkılar söylendi, türküler çığrıldı, eller çırpıldı; bu üç sanatçı, ben ve babam bahçeli'den esenboğa'ya kadar birlikte gitti idik. stüdyo çıkışında minibüsü bayağı bir sallamıştı ''azer fan club'' üyeleri. kendisinin servisin en arkasına geçip depresif ergen modunda başını cama dayayarak yolculuk ettiğini hatırlıyorum.

dediğim gibi sevilsin ya da sevilmesin bir dönemin en renkli (mi acaba?) simalarından birini erken yaşta kaybetmek tatsız bir hadise. allah günahlarını affedip fanlarına uzun ömür versin, ne diyek.

''bilemez ki insan çıkar yarına
sen yine de sarıl umutlarına.''

ilk dinleyişte aşık olunan kadınlar/şarkılar

''bazı kadınlar çok güzel. ölümcül derecede güzel. ---drmsbyrm, sağmalcılar''

''bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz
derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz?''



5) karin dreijer andersson (röyksopp) - where else is there

karabasan gibi çöktü içime ilk dinleyişte karın deşer andersson'un hipnoz edici sesi. kendisi sasılık derecesinde sarışın, albino neredeyse. isveçli hanım kızlarımızın kahir ekseriyetinde görülen bir özellik bu tabii ki. fevkalade güzel, fevkalade ayrıksı. (''ilden ayrıksı'' şeklinde kullanılır yurdun muhtelif yörelerinde.)



4) beth gibbons (portishead) - glory box

daha ziyade şarkının mısra-ı berceste'si olan ''give a reason to love you'' olarak bilinen bu şarkı, sinsi sinsi başlayıp sinsi sinsi biter de hiçbir şeyin farkına varan olmaz. ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur. son derece tahrik edici.




3) zooey deschanel (she & him) - please, please, please let me get what i want

morrissey efendi'den çok daha güzel söylediğini düşünüyorum bu hanım kızımızın o enfes şarkıyı. mayıs güneşinde tüm insanoğlunun evlerinin balkonunda domatesli, biberli, peynirli, zeytinli, patates kızartmalı, közleme patlıcanlı, sucuklu, börekli, simitli, doğuş çaylı kahvaltı yaptıkları bir dünya hayali kadar huzur verici geliyor bana bu yavru ceylanın sesi. ''see, the life i've had can make a good man bad''


2) laura marling - night terror

90 doğumlu olmasına rağmen yaşı yarım asrı geçmiş birçok kelli felli kadından çok daha fazlasını yapıyor bu ''teze'' kız bence ve zannedersem bu daha başlangıç. sesinde insanı iğneleyen bir tını var, sesinde bokeh etkisi var.


1) lykke li - i follow rivers

laura'ya dedik sesinde iğneleyici bir şeyler var diye; fakat lykke'nin sesi direkt iğneyi de çuvaldızı da batırıyor dinleyen kişiye. çok tesirli sesi. abdest alıp iki rekat kıble'ye dönse, ardından bir cüz kur'an okusa cuma toplantılarının vazgeçilmez ismi olur lyyke. neyle besleniyor, yatmadan evvel ne içiyor, güne nasıl başlıyor, olmazsa olmazları ne böylesine bir sese sahip olmak için meraklar içindeyim. ''belki körsün, kırılmışsın, telaş içindesin. kötü rüzgar saçlarını götürüyor.''


******

içkiye benzer bir şey var bu seslerde.

2.1.12

yüzyıllık yalnızlık 2

''yüzyıllık yalnızlık 2''yi yazabilecek kadar çok yaşanmamışlığa sahip olduğumun farkına vardım dün gece. dişimin arasına kaçan ayva parçasını tam 25 dakika dilimin ucuyla çıkarmaya çalıştım; fakat bunun boşa bir çaba olduğunu anlayınca eşofmanımın şeridindeki sökük ipliği koparıp bir de onunla denedim ve çıkarmayı başardım. işte tam o an verdim bu kararı. YY2 yazılmalıydı, YY2'yi ben yazmalıydım!

yatağa uzanıp gözlerimin karanlıkta görmediği nesneleri, bir süre sonra ayırt etmeye başladığı sırada dilim gene rahat durmuyordu. annemin bayat ekmekten yaptığı tostun kıtır kısımları, damağımı tahriş etmişti. dilimi o tahriş olan bölgelere değdirdiğimde 9 voltluk pilin verdiği o iç gıdıklayıcı hissi yeni baştan yaşadım. yine bu esnada verdim romanıma adını: İki Yüzyıllık Yalnızlık. çünkü YY2 isminde ısrarcı olursam bu toprakların 1923 senesinden beri gelmiş geçmiş en ballı insanı olan can öz'le papaz olabilirdik. o yüzden böyle bir kayserili kurnazlığı yaptım.

romandaki olaylar, genel hatlarıyla kayseri kırsalında, bayramoğlu aşiretinin iki asırdır neyi-nerede yanlış yapıp nasıl bu kadar yalnız kalabildiklerini efsunlu bir gerçekçilikle dile anlatıyor. kitabın önümüzdeki 50 yıl içinde raflardaki yerini alacağını öngörüyorum. ve en azından okurlarıma peşinen şu müjdeyi verebilirim ki ensest gibi, öz hala ile cima gibi, aşk-ı memnu gibi bizim insanımızın mayasına uymayan, ahlak kurumunun köküne tesiri artsın diye ayran suyuna bandırılmış dinamit yerleştiren bu tür tatsız mevzular ele alınmayacak eserde.

ben teşekkür ederim.

J&B

kötü konuşabilirsin.