27.9.12

garip

dün oradaydım, kırşehir'de ahi evran camii avlusunu dolduran binlerden biriydim. türk müziği adına en sevdiğim insana şayet bir vazifem varsa, onu yapmak için bozkırın tam ortasındayım. dünyanın en sevdiğim coğrafyası orta anadolu'daydım. orta anadolu'nun neyini sever bir insan? saatlerce gitsen de bitmeyen adı üzerinde bozkırlarını mı? etrafa bakıldığında insanın içini açacak herhangi bir coğrafi güzelliğin olmamasını mı? harmanda çalışmaktan kavrulmuş kara yağız insanlarını mı? yoksa sırf neşet'in memleketi olması orta anadolu'yu sevmek yeter bir neden mi? bu soruya bir orta anadolu insanı olarak can-ı gönülden evet diyorum.   hem denize bakmak gibidir bozkırda gökyüzüne bakmak. deryaların bir sınırı var; fakat gökyüzü öyle mi? kim  görmüş gökyüzünün sonunu? 







öğle 12.30 otobüsüyle, ön camına neşet posteri asılmış otobüsle vardım kırşehir'e. üç saatlik bir yolculuğun ardından, 10 dakikalık bir yürüyüş sonrası katar katar insanla cami avlusuna vardım. tüm dükkanların camlarında aynı adamın fotoğrafı asılıydı. hayatımda gördüğüm en kalabalık insan topluluklarından biri oradaydı. hava temmuz günlerini andırır derecede sıcak olmasına rağmen adım atacak yer yoktu avluda. memleketin dört bir yanından akın akın insan geliyordu. evlerin balkonları, çatılar, işyerlerinin pencereleri... her yer tıklım tıklım doluydu. ikindi ezanı okunduktan sonra bir kısım protokol camiye girdi. erdoğan ve kılıçdaroğlu da herhalde ilk defa resmi olmayan bir törende birlikte bulunuyorlardı. tabii kalabalıktan usta'nın tabutunu dahi göremedik. ikindi namazı kılınıp cenaze namazı pozisyonuna geçilince işte o an gördüm neşet'in tabutunu. internette hemen saçma sapan laflar dönmüş. hiçbir şeyi olması gerektiği gibi yapamadağımızın en güzel, en acı kanıtı bu olsa gerek. (neşet'in, dünyanın en mütevazi insanının dahi cenazesinde dahi.) insanların öyle bir anda, öyle bir detaya takılmalarını da anlayamadım. binlerce kişiyle birlikte son görevimizi ifa ettikten sonra imam biraz gereksiz de olsa garip hakkında birkaç kelam etmeye çalıştı. iyi niyetli bir hareketti; fakat keşke hiç konuşmasaydı. eminim kendi de istemezdi böyle bir şeyi. sonra başbakan bir şeyler söyledi... eminim herkes televizyonda izlemiştir bunları. daha fazla anlatmak istemiyorum bu ayrıntıları. yeteri kadar şov vardı maalesef. 






usta'nın cenaze namazı kılınıp da omuzlarda cenaze aracına götürüldükten sonra camii avlusundaki binler yavaş yavaş mezarlık yolunu tutarken aydost çalmaya başladı. neşet'in herhangi bir eseri değil, babasına yazmış olduğu bu türkü çaldı orada. bir evladın babasına duyabileceği en yüksek sevgiyi, saygıyı, özlemi anlatan o muhteşem eser yankılandı koca meydanda. babasının "ay ucuna" gömülmeyi vasiyet eden garip'in son istediği gerçekleştirildi. o anda bu eseri çalan adamı görsem, o sıcakta boncuk boncuk ter birikmiş alnını öperdim. kurumuş göz pınarlarıma kaynağını bilmediğim bir yerden kaynak suyu akmaya başladı. tek başıma olsam oturur hüngür hüngür ağlardım; ama kendimi tutmaya çalıştım. hayatımın kesinlikle en uhrevi anıydı.





 genci yaşlısı, kadını erkeği, başı açığı türbanlısı, liselisi emeklisi, izmirlisi trabzonlusu, çankayalısı üsküdarlısı ülkenin her kesiminden insanların bir cenaze töreni için aynı mekanda buluşmaları, belki işlerinden-okullarından feragat edip saatlerce yol gelmeleriydi orada önemli olan. küçücük tabut omuzlara alındığında veysel geldi aklıma. "selam saygı hepinize, gelmez yola gidiyorum, ne karaya ne denize, gelmez yola gidiyorum." işte o da gitti. gitmeyecek olan mı var? ama mesele şu, bedeninin küçüklüğünce gönlü geniş olan bir adam ne yapmış olabilir de o kadar insana kendini sevdirmiş? bu adamın sırrı ne, diğerlerinde olmayan hangi yetisi var? sevmek sadece ona mı mahsus? bir o mu gönül yarası çekmiş? bir o mu memleket hasreti çekmiş? cevap: hayır. e o zaman nedir?

 "aydost garibim babamdı muharrem usta
 bilirim aşıktı sevdiği dosta"