29.1.13

dut ağacı

ağzımda sabah türküsübahçedeki sandal'ı onarıp denize istavrit tutmaya açıldığım gün, ne bilinmeyen ülke'ye doğru, yer yer akıntıya karşı, kürek çekeceğimi ne de japon balıkçı'yla elimdeki çeyrek elma'yı paylaşacağımı biliyordum. sandalı kıyıya çıkarıp bulduğumuz dut ağacı'nın altında tütün sararken fark ettim eksik bir şey'lerin varlığını. aşk yüzündenilk aşk yüzünden düştüğüm hallerin rüya'dan eksik kalır yanı yoktu. sanki düşler sokağı'ndaydım, etrafımdaki kedi'ler, sardunya'lar, selluka'lar hep ebruli renkteydi. kendimi daha evvel hiç bu kadar naçar hissetmemiştim; fakat her şey yolunda'ydı o sabah. çünkü sevmek kolay'dı, seni düşünmek güzel şey'di.

24.1.13

gün eksilmesin penceremden


ecinnilerle boğuşulan korkulu, sıçramalı, bol kesilmeli, susuz ve rahatsız bir gecenin ardından iki üç senedir sürekli aklıma gelen bir hayalimi (uktemi) bugün gerçekleştirdim.

millet tatilde izmir’e, antalya’ya, bodrum’a gider. zürih’e, venedik’e kaymaya gider. varsın gitsinler. ben cahit sıtkı tarancı’nın kabrine giderim.

önce mezarlık bilgi sisteminden tarancı’nın bulunduğu, çiçeklerle birlikte olduğu yeri öğrendim. ankara cebeci asri mezarlığı, ada no: 12, parsel no: 138 (147. sokak ile 149. sokağın kesistiği bölge. mezarlığın 2. kapısına yakın.)

tabii her şey böyle internetten bakıp gitmek kadar kolay olmadı. mezarlığın içinde bir saate yakın aradım kabri. gerçi güvenlik görevlilerine de sordum; ama her zaman olduğu gibi aklımda tutamadım “şurdan sağa-ordan sola-sonra tekrar sağ-500 metre yürü-kulübenin 300 metre ilerisinde” tadındaki tarifi.



hoş, bu sayede mezarlıkta, kendine has bir havası olan yeşilliği bol mezarlıkta, hava güneşli olmasına karşın nisan rüzgarları gibi ferahlatıcı esintiler eşliğinde gezdim. hiç gocunmadım. birçok kelli felli insanın mezarını gördüm. ntv’nin sahibi ferit şahenk’in babası da oradaydı. asala tarafından şehit edilen türk diplomatlar oradaydı. bilmem ne bankasının muhasebat müdürü de oradaydı. yozgat/sorgun/güveçli köyünden ayşe öztemiz de oradaydı. gökyüzü ya da güneş nasıl tüm insanları sarmalıyorsa, toprağın yaptığı da bundan başkası değilmiş.

sonra mezarlığın bahçıvanı anladı benim derdimi. alıp götürdü beni önünden en az iki sefer geçip de görmediğim mezara. (gerçi bahçıvanla karşılaştığımda bulmak üzereydim.)

sonra?

sonrası sessizlik.

aslında sessizlik değil.

bahçıvan, beni tarancı’nın torunu sanıp başladı mezarlığı temizlemeye. ben hiçbir şey demedim halbuki. arsız otları temizledi. ölümle ilgili, sahip çıkılmayan ölülerle ilgili, hayırsızlıkla, nankörlükle ilgili biraz hamasi de olsa doğru şeyler söyledi. sonra, tarancı’nın annesinin mezarındaki kart otları temizlerken bir adet kartvizit buldu. bu bahçıvanın geçen sene ölen kardeşi de mezarlıkta bahçıvanmış. mezarların üzerine telefon numarasını bırakıyormuş ki mezar bakımı yapılabilsin, üç beş kuruş kazanabilsinler. o an, değişik bir andı. tarifsizdi.




karşılıklı iyi dilek değiş tokuşunun ardından bahçıvan gitti. çiçek filan ektirmek isteyip istemediğimi sordu. iki kasa kadar fide dikilebilirmiş. diyemedim ki orada yatanın kendisi o çiçekler diye. diyemedim.

sonra?

oturduk.