22.3.10

sinema sinema

"boş vaktim oldukça sinemaya giderim. yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek, cismimin değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. karanlık, ölümün bir parçasıdır. onun için dinlendiricidir. büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?
sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde bir deste devedikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk saflığını ve kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. rüya âlemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen, kalkan şu ahmak kişilerin tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy biniciliklerinden veya olağanüstü hırsızlık olaylarından başka türlü tat almak mümkün olur muydu? insan saflığıyla beslenen sinema edebiyatı, henüz kıymetsiz yazarın işidir. resmi beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve sağduyusunu, şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, üzüntüden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.
sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi kaldıkça, yorgun başın sevimli bir sığınağıdır. her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlıklarına borçluyum."

ahmet haşim

*****

"hayal etmek belki de yaşamın en önemli unsuru. hatta görmekten bile önemli. ‘hayal etmek’ ve ‘görmek’ arasında tercih yapmak zorunda kalsaydım, hiç kuşkusuz hayal etmeyi seçerdim. hayal gücü ve düşlerin, körlüğü daha katlanılabilir bir hale getirdiğine inanıyorum. hayaller olmadan yaşamak zor olurdu. öyleyse varolsun hayaller! insanın hayallerine erişmenin bir yolu olan sinema, işte kesinlikle bu nedenden dolayı takdiri hakeder... kameranın ardında olanların çok daha olağanüstü, çok daha gerçek ve yaşama çok daha yakın olduğunu düşünüyorum."

abbas kiyarüstemi

*****

''hayallerde yaşıyor bazı ibnkfdkjkf''

drmsbyrm

18.3.10

L'arrivée d'un train à La Ciotat (Trenin Gara Girişi)

dünyanın ilk filmi!

lumiere kardeşlerin ve tarihin ilk filmi olan 1895 tarihli trenin gara girişi ya da trenin gara varışı ilk kez paris'te bir kafede gösterilmiş. esasında 49 saniyelik bu görüntüye ''film'' denmesinin tek nedeni günümüzdeki gibi para karşılığında, toplu gösterimle perdeye yansıtılmasıymış. paris'teki ve istanbul'daki gösterimlerde insanlar ''geri üstümüze geliyooor, canını seven kaçsııııınnn!'' diyerek kaçışmışlar. sinematografı keşferederek bilinçsiz de olsa yeni bir sanat icat eden lumiere kardeşlere ''buradan kucak dolusu'' sevgiler.



höh.

17.3.10

Ondskan (Şeytana Karşı)



erik, uyumsuz bir gençtir ve okuduğu okuldan atılır. ailesi (daha ziyade annesi. üvey babasından da çok çekiyor, bir yere kadar elbet), geleceğinin tamamen kararmaması için onu yatılı bir okula gönderir, son sınıfı da okuyup üniversiteye kapak atabilsin diye. ancak gittiği yatılı okulda, stjarnsberg, erik'in karakterine aykırı birtakım kurallar işlemektedir. okulun öğrenci konseyi, deyim yerindeyse estirmektedir. e bu kurallar erik'e sökmesin ki film olsun. erik, okuldan bu kez de atılırsa her şeyin biteceğini bildiğinden punduna getirerek yapar, ne yaparsa.


mor ve ötesi'nin solisti harun tekin'in stockholm şubesinin başrolde oynadığı ondskan, esasında ''güçlünün güçsüzü ezmesi, fakat bir gün ezilenlerin hakkını savunmaya gelen bir kahraman'ın tüm hesapları altüst etmesi'' gibi çok klasik konulu bir film. kaybedecek bir şeyi olmayan adamın nelere kadir olduğu, anneye verilen sözün nelere kadir olduğu, devrecilik, iskandinav insanının memleketleri misali soğuklukları, yasak aşk vs. vs. vs.

konu, aslında amerikan filmlerinde bolca işlense de roman uyarlaması olan ondskan 108 dakika boyunca sıkılmadan izlenebilecek bir film. ''sağda solda bi kavga çıksa da dalsak, biraz ter atsak'' dedirtiyor. dedirten hadise.

''benim adım tatar ramazan! ben bu oyunu bozarım!''

16.3.10

La Teta Asustada (Acı Süt)



çoook uzaklardan bir hikaye, peru'dan.

lima'nın varoşlarında yaşayan acı çekmiş bir annenin, daha ziyade acı çekmeye devam eden kızının hikayesi. ülkedeki terör olaylarının yoğun olduğu dönemde dünyaya gelen fausta, annesinden emdiği süt sebebiyle ondaki korkuları, acıları bünyesine katmış genç bir kızdır. ana-kız dertlerini, tasalarını doğaçlama olarak söyledikleri şarkılarla bir nebze olsun hafifletmektedirler. fausta ise annesinin şarkılarından, sütünden dolayı iliklerine işlemiş korkudan ötürü gayri hijyenik bir yöntemle namusunu korumaya çalışmaktadır. (daha fazla anlatmıyorum patates kızartması ve türevlerinden bir müddet uzak durma ihtimaliniz var, filmi izlerseniz şayet.)


peru varoşları, çiçekler, piyanolar, düğünler, ölümler, patatesler, patates çiçeği!; gelir adaletsizliği, ölümle yaşam arasındaki o kopmaz çelik halatlarla kurulu bağ, kadının peru'da da olsa afganistan'da da olsa çektiğinin hep aynı olması üzerine olan 2009 yapımı aslan ayılı bu film, izleyene bazı orijinal sahneleriyle artı olarak geri dönüyor, izlemeyenin ise pek bir zararı yok. ama değişik bir tat tabi.

15.3.10

Le Ballon Rouge (Kırmızı Balon)



kırmızı balon... 'çocukluğunla ilgili aklına gelen en güzel şey nedir?' diye sorsalar dayımın gül çıtalarından yaptığı uçurtma ve kırmızı balonlar derim düşünmeden. çocukluğun getirdiği tükenmez enerji, menfaat beklemeden kurulan arkadaşlıklar, annenin daha rahat yesin diye ikiye, dörde bölerek verdiği yeşil elmayı çevredeki çocuklarla paylaşmak, sonra hep beraber aynı topun peşinden koşmak kadar çocuksu ve insani bir şeydir kırmızı balon.


işte bu '56 yapımı kısa filmde de kişinin ancak çocukluğunda tadabileceği o duyguyu anlatmaya çalışmış yönetmen; gerek o balonları gibi hayalleri de rengarenk çocuklara, gerek renk skalası beyaz-gri-siyah arasında seyreden, içindeki şarkı çoktaaan bitmiş büyüklere.

parisli küçük pascal, bir gün üzerinde gri pijaması, elinde çantası ile okula giderken sokak lambasına sıkışmış bir kırmızı balon bulur; ancak görünüşe göre balon yalnızca balon değildir...

13.3.10

Lorenzo's Oil (Lorenzo'nun Yağı)



çarpıcı.

odone ailesi mutlu mesut yaşayan bir ailedir. bu ailenin tek evladı olan 7 yaşındaki lorenzo babası italyan, annesi amerikan olduğu için birçok dili konuşabilen son derece zeki bir çocuktur. ta ki çok nadir görülen genetik bir hastalık olan ald'ye yakalana dek. bu hastalık gittikçe onun işitme, görme, hareket etme, yutkunma yetilerini zayıflatmaktadır. anne ve baba her şeyden vazgeçip, kendilerinden geçip oğullarını kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başlarlar. tıp eğitimi almamasına rağmen baba, dünya bankası'ndaki işinden artakalan zamanlarda kütüphaneye kapanarak tıp makaleleri okur, okur, okur. ve sonunda ''en fazla 2 yıl yaşar'' denen oğlunu öngörülenden 22 sene fazla yaşatmayı başaracak, oğlunun beynine zarar veren kandaki zararlı yağ asitlerini yok edecek karışımı bulur...




tamamen gerçek olan hikayede, ebeveynlerin söz konusu ''evlat'' olunca kendilerinden nasıl da kolay geçebildiklerini bir kere daha görüyoruz. karı-koca lorenzo'yu yaşatmak adına onun bakımını senelerce evde yapıyorlar, onun yatağının başından ayrılmıyorlar. ki gerçek lorenzo haziran 2008'de, doğumgününden bir gün sonra, 30 yaşında ölüyor.

hep aynı şeyi söyledim; fakat bu bir ''mücadele'' filmi olduğu kadar ''kendini başka birine adamak'' filmi aynı zamanda. ''başka biri için bu kadar mücadele eder miyim, başka birini yaşatmak için yaşar mıyım'' bilmiyorum; ancak bunları benim için yapacak iki kişinin şu anda yan odada uyuduklarını bilmek...

izleyin. ya da izlemeyin. ı ıh izlemeyin. crna macka beli macor izleyin.

12.3.10

Dekalog 5



dekalog, kieslowski'nin polonya televizyonu için çektiği ve hareket noktası yahudilikteki 10 emir olan orta metrajlı 10 filmden oluşan bir seri. bu seriye başlamak, kendime yaptığım en büyük kötülüklerden biri olacak. bunu seneler sonra daha iyi anlayacağımı izlediğim ilk bölümde anladım.

-öldürmeyeceksin.

''short film about killing/thou shalt not kill'' adıyla da bilinen dekalog 5 jacek ismindeki genç bir adamın, suç işlemeyi aklına kazımış yalnız, yitik genç bir adamın insani değerlerden nasibini fazla alamamış bir taksi şoförünü, hiç tanımadığı bir taksi şoförünü, öldürmesini ve bir şekilde adaletin tecelli? edişini (ikinci bir cinayeti?) anlatır.


yönetmenin üç renk üçlemesine aslında yeni bir renk daha eklenmeli; üç renk: yeşil
kullanılan filtre ve ışığın ustaca kullanılması sonucu şahsen izlerken 'keşke 1980'lerde, herhangi bir doğu avrupa ülkesinde yaşasaydım' demekten kendimi alamadım. görsel olarak doyurmaktan öte bir haz veren film, bazı rivayetlere göre en uzun cinayet sahnesini içeriyormuş ki film başlarken aldığınız nefesi 'ending credits' gözükene dek veremiyorsunuz. insanın yakasına öyle yapışıyor.

filmin görüntüsünde kaldığımı itiraf etmeliyim, vermek istediği mesajları kavramak için bayağı bi fırın ekmek yemem gerek gibi görünüyor.

-öldürmeyeceksin.

Le Voyage du Ballon Rouge (Kırmızı Balonun Yolculuğu)



sinema dergisinin 2009 sayılarından birinde ''2008'in en iyi 60 filmi'' diye bir yazıda gördüm bu filmi. yönetmen: bik bik bik, oyuncular: juliette binoche, vik vik vik... tamam! dedim. hemen listeme aldım ve.

suzanne kocasından boşanmış, kukla oyunları düzenleyen ve seslendirme işi yapan, 7 yaşındaki oğlu simon ile kutu gibi bir evde yaşayan çok telaşlı, pasaklı, inişli çıkışlı bir kadındır. işlerinin yoğunluğundan dolayı oğluna bir dadı gerekmektedir, bu iş için de ona pekin'den paris'e sinema eğitimi almaya gelen song yardım edecektir.


nevrotik suzanne, yalnız simon ve hayatı gayet sakin yaşayan song arasında geçen ve son derece sıradan ve gündelik olayları; kadın başına çocuk büyütmenin zorluğunu, başka bir kültür içinde tutunmayı; film boyunca paris semalarını manasızca? dolaşan kırmızı balon gibi tutunamamayı anlatan kırmızı balonun yolculuğu ağızda hoş bir tat bırakabilecek filmlerden; şayet ''bu ne kadar yavaş film lan, hiç olay yok, aksiyon yok'' diye izlemekten vazgeçmezseniz.

9.3.10

Todo Sobre Mi Madre (Annem Hakkında Her Şey)



yazar olmak hayaliyle yanıp tutuşan esteban ve manuela madrid'de yaşayan mutlu bir anne-oğul ikilisidir. esteban, klişe olacak tabi ama, babasının kim olduğunu bilmemektedir...
ikili, oğulun doğumgününde tiyatroya gider ve tiyatro sanatçılarından imza almak için peşlerinden koşan esteban'a araba çarpar; acı kayıp. bunun üzerine 15 senedir görmediği; oğlunun babası olan lola'yı aramak üzere barcelona'ya giden anne, oğlunun imza almak uğruna hayatından olduğu tiyatro sanatçılarını bulur, yıllar evvel amatör olarak oynadığı oyunu bu kez profesyonel olarak oynar ve eski kocası lola'nın bu sefer bir kez daha baba olmaya hazırlandığını? öğrenir. gelgelelim lola, cinsiyet değiştirdiği için 15 sene evvel, manuela'nın ilişiğini kestiği bir travestidir; damarlarında hiv virüsü dolanan bir travesti. kendi başına gelenleri unutamadığı için hamile rahip rosa'ya göz kulak olmak manuela'nın üzerine düşmüştür... manuela'nın bir zamanlar kamyon şoförlüğü yapıp da sonraları cinsiyet değiştiren kankası agrado ise 107 dakika boyunca yüzleri güldüren tek karakter olacaktır...


''annelik (analık ya da), eşcinsellik, önyargısızlık, aids, hayata bir şekilde tutunmak'' gibi kavramlar üzerine inşa edilmiş; oyunculuk mesleğini yapan, rol yapan kadınlara; kadın rolü yapan erkeklere, anne olmak isteyen kadınlara, yönetmenin kendi annesine adanan; kişisel kanaatime göre yönetmenin hikayeyi süreye sığdıramamış ya da zihinlerde sallantılı bırakacak şekilde hızlı anlatmış olduğu ödül manyağı bir film todo sobre mi madre; okunuşu bile şiir gibi.

8.3.10

eşik

gündelik hayatta sinirimizi bozan çoğu olaya-kişiye sesimizi çıkarmayız. karşıdakinin o tahrik edici, ''gel beni döv'' şeklinde çağıran hareketlerine karşı itidal sahibi olmaya çalışırız; ancak öyle bir an gelir ki bardağı taşırmaya gelen son damla yerçekiminin cazibesine dayanamaz ve. ve çok şeye gebe o kritik eşik aşılır. artık fren boşalmıştır. senelerce karında biriktirilen lafların, güdümlü anne terliğinin havada uçuşması işten bile değildir...

mesela;

baba nasihatinde fabrikatörlük eşiği

özellikle öss'ye hazırlanan çocuğu olan babalarda pek sık aşılabilen eşik. bu babaların en sevdikleri, kullanmaktan adeta marazi bir haz aldıkları o meşhur replikse aşağı yukarı şöyledir: ''olm görüyon, ekmek artık aslanın ağzını çoktan aştı, ekmek aslanın midesinde. taam mı o yüzden, görüyon işte oğlum küçük değilsin, sabancı-koç değiliz, sen ne yaparsan kendine yaparsın, biz senden çöp istemiyoruz, sen oku kurtar kendini''

***

kar romantizminde 'peki ya evsizler' eşiği

''kar yağmasını çok istiyorsun değil mi? ha söyle! sen sıcacık evinde, rahat koltuğunda yayıla yayıla filmini seyret, kitabını oku; pencereden kar yağışını kahve içerek izle, fonda coldplay çalsın. peki ya evsizler? onları hiç düşündün mü? sen hiç aç yattın mı? neden susuyorsunnnn! konuşşş! sokakta yaşamak zorunda olan fakir fukara, garip gureba ne olacak? nereye kadar bu şatafat, nereye kadar bu cafcaf ha söyle! nereye kadar bu sefa p....kliği?'' biçiminde tezahür eder.

***

su savaşında 'afrika susuzluktan kırılıyor' eşiği

mevsim yazdır, bozkırın alnının çatındasındır, serinlemek için tek bir seçeneğin vardır: su savaşı!
tabi bu seçeneğin erkekler için geçerli olduğunu da belirtelim, aman deyim. e haliyle mevsim yaz olduğundan su niyetine tüketilen fanta, pepsi şişeleri balkonda içi su dolu bir şekilde yatmaktadır. (akşama kadar güneş yiyen o şişedeki sularla kaç kez duş almışımdır heyhat) hemen o ''ehehehehheh su savaşı yapcaz'' heyecanı ile eve girilir. hatta ayakkabı ile kat edilir dış kapı-mutfak-balkon güzergahı. daha rahat hareket edebilmek için genelde 1 litrelik şişeler tercih edilir; son ve öldürücü darbelerin 2.5 litreliklerle yapıldığını es geçmiyorum. sonra mahallenin metruk evlerinden birinin bahçesindeki tulumbada ya da parktaki fıskiye musluğunda şişeler bir güzel doldurulur, takımlar kurulur veeeee. eğlencenin suyu çıkarılana dek, iki ekip arkadaşı rakip takımdan bir oyuncuyu sıkıştırıp tüm şişeyi onun pantolonundan aşağı boşaltana dek oyun sürer. işte tam da bu sırada elinde bayer-aspirin poşetli, rujlu, incik boncuklu, tam manasıyla kokona bir kadın yoldan geçer ve ertesi gün muhtemelen üşütüp yatağa düşecek gençlere ''sosyal mesaj'' vererek şu incileri döker inci beyazı porselen dişlerinden: ''röööööaaarrrggghh!!! şu kendini bilmezlerin yaptığına bak! afrika'da insanlar susuzluktan kırılıyor şunların yaptığına bak!!! anneniz babanız size hiç terbiye vermemiyor mi, ben 78 senedir bu mahallede yaşıyorum, böyle densizlik görmedim!''

gençler bu sözlerden fazla müteessir olmazlar; ancak oyuna son vermek gerektiğini anlarlar. kaldırıma oturup tişörtlerini sıkar ve ''oooha lan, bi litre su çıktı tişörtten'' diyerek oyunun kritiğini yaparlar...

7.3.10

Kolja



franta, 1988'de çekoslavakya'da, prag'da, zor zekat yaşayan ihtiyar (ve çapkın) bir çellisttir ve ölülerin yakıldığı bir krematoryumda, odun ateşine uğurlanan mevtalara okunan ilahilere eşlik etmektedir saz arkadaşları ile birlikte. iaşesini elde edebilmek, borçlarını ödeyebilmek için boş zamanlarında paslanmış mezar taşı yazılarını da boyamaktadır. bir gün aslen rus olan mezarcı arkadaşı ona bir teklifte bulunur ve kuzeniyle formaliteden evlenmesini ister, böylece onun çek vatandaşlığı elde edebilmesi mümkün olacaktır. evlilik olur, franta arabasını alır, borçlarını öder; fakat formalite karısı arkasında 5 yaşındaki kolya'yı bırakarak bir süreliğine doğu almanya'ya gider. kolya ise huysuz-bencil bir ihtiyar olma yolunda ilerleyen franta'nın yüreğinde bir şeylerin yumuşamasında etkili olur...


bana kalırsa, işini gayet sadelikte yapan oscar ödüllü filmde, göze sokulan demeyelim de, yoğunlukla verilmek istenen mesaj tüm rusların aynı olmadığıdır ki o ruslar, ya da ülkedeki sosyalist rejim franta'nın batı'ya göç eden abisiyle haberleştiği için onu filarmoni orkestrasından atacak karakterdedir.

evet, hiçbir rus-türk-arnavut-japon aynı değildir. her insan ayrı bir ülkedir.

6.3.10

Friday Night Lights (Zafer Gecesi)



anlaşılacağı üzere amerikan futbolu üzerine kurulu bir spor filmi friday night lights. benim ne alakam olur amerikan futbolu ile? e olmaz. normal futbolla dahi fazla ilgim olduğu söylenemez. bu filme 2 saatimi ayırmamın tek sebebi, müziklerinde explosions in the sky imzası olması idi. her gün birçok defa dinlediğim parçaları, filmin değişik sahnelerinde farklı bir atmosfer içinde dinlemek güzeldi? gerçekten; your hand in mine.


teksaslı bir lisenin futbol takımının teksas eyalet şampiyonu olabilmek adına geçirdiği safhaları, 17 yaşındaki 'çocuk'ların üzerine çöken baskıyı, stresi; hayal kırıklığını, hayalleri, küçük dağları yarattığını sananların akıbetini, holiganlığa kadar varmasa da sporun kitleleri nasıl etkileyebildiğini ve sporun spordan daha öte bir şey olmadığını anlatan 2004 yapımı, değişik lezzet arayanlar için önerilebilecek ve şu anda dizi formatında yoluna devam (5.sezondaymış) bir film.

~~~
"you can blame yourself just about anything, if you think about it long enough"
~~~

Mar Adentro (İçimdeki Deniz)



a evet. iyi hatırlıyorum temmuz ayında bu film elime geçmişti; ancak lehçe dublajlı versiyonu olduğu için anında geri dönüşüm kutusunu boylamıştı. bu mudur? e yani, adamlar yapmış!

ramon adında çakı gibi bir delikanlı var, 20'li yaşlarında. gemici. dünyada gezmediği memleket kalmamış. fakat bir gün nasıl oluyorsa oluyor, yüksek bir yerden denize atlıyor; suyun sığlığını fark edemiyor ve. sadece boynunu hareket ettirmesine izin veren bir felç iniyor vücuduna.

30 sene bu şekilde, adına yaşamak denirse, kardeşi, vefakar yengesi, yeğeni ve babası ile birlikte barcelona'da bir köy evinde yaşıyor. 30 senenin ardından, çevresinden her ne kadar ''hayata mal olan özgürlük özgürlük değildir'' gibi bir yaklaşımla karşılaşsa da o ''özgürlüğe mal olan hayat hayat değildir'' biçiminde düşüncesinden vazgeçmiyor. ne ona hayat aşılamak için çevresinde fır dönen işçi kadın rosa ne de ''ötenazi'' konusunda onun hukuki işlerini halletmeye çalışan galiçyalı julia'nın aşkı...



her ne kadar ölüm, ötenazi, çaresizlik gibi konular üzerinde duruluyorsa da en az o kadar aşk, özgürlük duygularına değinilen film, ötenazi ile ilgili tüm tezleri ve anti-tezleri birlikte sunuyor ki yönetmen bu konuda tarafsızlığını göstermek istemiş olabilir.

unutamayacağım anlardan ilk aklıma gelen ise ramon'un birden sağlığına kavuştuğunu hayal edip pencereden atlayarak dağlar, ormanlar, nehirler, vadiler aşarak denize; içindeki denize ulaştığı sahne... ya da ramon'un ambulans binerken abisinin taşların üzerine oturup ona ''hoşça kal'' bile... aaahhhhh. ya ben... neyse.

ters bir zamanda izlenince insanı darmaduman edebilecek bir filmken gecenin ilerleyen saatlerinde izlemiş olan şahsımı yer yer uyuklattı. (bu tekrar izlemek için çoook iyi bir sebep!) ispanya'nın oscar'ı goya'da aday olduğu 15 ödülden 14'ünü almış, ispanya'ya en iyi yabancı film dalında oscar getirmiş. sadeliği ile baymayan-boğmayan, söylemek istediği şeylerin dışına taşmayan çoook buruk bir film mar adentro; içimdeki deniz. (unutmadan geçemeyeceğim, aynı zamanda yerel bir radyo kanalında dj'lik de yapan rosa'nın ramon'a ithaf ettiği, negra sombra (kara gölge) isimli parça ise altın vuruş niteliğinde)

p.s. tanrım lütfen ispanyolca ya da portekizce konuşulan memleketlerde yaşayan kullarına daha nice nice acılar yaşat. keratalar hüznü anlatmayı iyi beceriyorlar.

~~~
- nasıl bu kadar çok gülümsüyorsun ramon?
+ kaçıp gidemiyorsan ve kesin bir biçimde başkalarına bağımlıysan gülerek ağlamayı öğreniyorsun.
~~~

4.3.10

Diarios de Motocicleta (Motosiklet Günlüğü)



e nihayet! 2007'den beri bu filmin müziklerini dinlerim. giderim gelirim, filmin sonunda tüyleri diken diken eden de usuahia a la quiaca ismindeki parçayı dinlerim. bıkmam, usanmam. 3 senedir içimde uhde olan bu filmi izlemek için neden bu kadar geç kaldım diyorum şu an.

o moda tabirle che guevera'nın ''insani yönü'' üzerinde durulmuş. küba devrimi'nin liderlerinden ernesto che guevera'nın ilk gençlik yılları diyelim, sene 1952. ernesto, yani che buenos airesli genç bir tıp öğrencisidir ve alberto adında biyokimyager bir kankası vardır. ikili arjantin, şili, peru, machu picchu, venezuela ve kolombiya'yı kapsayan 10.000 kilometreyi aşkın bir güney amerika turuna çıkıyorlar. yolculuğa motosikletle başlıyorlar; ancak o da bir yere kadar dayanıyor. çünkü çok sık kaza yapıyorlar. ve peru'dan sonra yola yürüyerek devam ediyorlar. her gittikleri memlekette sayısız badire atlatıyorlar, yeri geliyor dizboyu karla mücadele ediyorlar, yeri geliyor atakama çölü'nü yürüyerek aşıyorlar, yeri geliyor sarktıkları kadınların kocalarınca linç edilme tehlikesi yaşıyorlar; aç perişan kalıyorlar. che'nin 30. yaşını machu pichhu'da kutlayan kankası alberto ise tam bir eğlence ve kadın düşkünü; son derece eğlenceli sahneler izlememize neden olan bir adam; (alberto granado'yu canlandıran aktör rodrigo de la serna gerçek hayatta che guevera'nın akrabası imiş) ha ernesto öyle değil mi, alberto kadar olmamakla birlikte öyle; fakat yolculuk esnasında güney amerika yerlilerinin çok fazla haksızlığa maruz kaldığını görüyor. güney amerika'da ayrı ayrı devletlerin koca bir yalan olduğunu, aslında tüm latin amerika ülkelerinin bir olması gerektiğini düşünüyor. mesela alberto bu düşünceyi şaka yollu ernesto'ya çıtlatıyor, o ise ''şaka yapıyor olmalısın'' tadında geçiştiriyor. ancak bu düşünce beynini için için kemirmeye çoktan başlamış oluyor...doğum gününü, nehrin karşı kenarında tecrit altındaki cüzzam hastalarıyla da kutlamak için amazon nehrini yüzerek geçen astım hastası ernesto'nun comandante che guevera olmadan önceki hikayesi...


amazon nehrinin diğer kıyısında tecrit altında yeni hayatlarına alışmaya çalışan cüzzam hastalarının vaziyetleriyle, onların tenlerine yabancı bir insan eli değdiğinde yaşadıkları sevinçlerle, alberto'nun kırdığı cevizler ve yaptığı hınzırlıklarla, siyah beyaz insan manzaralarıyla, çok eğlenceli (ve bir o kadar da buruk, hatta hüzünlü) ve görsel olarak ''şölen'' diye nitelendirebileceğimiz birçok sahnesiyle, öve öve dilimde tüy bitiren oscar'lı müzikleriyle bu aralar sebebini anlayamadığım bir sebeple güney amerika müziğine, sinemasına ve edebiyatına sarmış olan şahsımı 2 saat boyunca tatmin etmiş, yavaş ilerleyen acı-tatlı bir yol filmi motosiklet günlüğü.

1.3.10

Paranoid Park


hiiiiiç gerek yok. dvd'ye verdiğiniz paraya, indirdiğiniz megabaytlara, geçip giden 78 dakikaya yazık. flash tv'de gecenin bir yarısı yayınlanan ''nohutlu pilav'' adlı filmi izleyin, daha iyi.

alex diye bir oğlan var 16 yaşında. kaykaycı bu çocuk. paranoid park diye bi kaykay pisti var, oraya takılıyo. sonra bi bekçinin ölümüne sebep oluyo. vizdan azabı filan çekiyo. ondan sonra bu kadar. bi de oyuncular myspace aracılığı ile seçilmiş. tavsiye edilmez.