28.2.10

Lilja 4-ever (Daima Lilya)



taksit taksit izlediğim filmlerden birisi de lilja 4-ever; daima lilya. bu parça-bölüklüğün sebebi ise asla filmin sıkıcılığı değil, benim zamanlama hatalarım. (ha-ta benim günah günah-suç benim)
2002 tarihli filmin yönetmeni isveçli lukas moodysson. olay ukrayna ve isveç arasında geçiyor ki bir isveç filmi olmasına karşın dili rusça.

lilja diye 16 yaşında bir kızımız var. ve bu gayrımeşru kızın kendini bilmez, sorumluluk-annelik nedir bilmez, kırığı ile amerika'ya göçen, kendi kanından olan kızını ortada sap gibi bırakan bir annesi var.

başıboş kalan lilja, uzunca bir süre doğru yoldan sapmamaya çalışıyor; ne var ki güzellik başa bela avrupa memleketlerinde. kendisi gibi yalnız olan, 12-13 yaşlarında volodya diye bir oğlanla kader arkadaşı oluyor ki volodya'nın da anne kayıp, baba hayırsız. bu ikili arasında geçen diyaloglar, sahneler hakikaten çok başarılı.



sonra disko-gece kulübü ortamlarına giren lilja, kalbini görünüşte sütten temiz bir erkeğe kaptırıyor. oğlan kızı isveç'te ona iş bulacağını, kışın ortasında çilek tarlasında iş bulacağını, söyleyerek kandırıyor veee lilja'nın boktan olan hayatı lağımda geçmeye başlıyor...

''dumura uğratıcı bi film söylesene'' diye sorsalar hemen hemen herkes ''requiem for a dream yaaa o nası film ööle yaff :S:S'' der. halbuki suyu çıkarılan müziği de dahil, öyle aman-aman bir film değil bir rüya içina ağıt. ama bu öyle değil bence, ondan çok daha başarılı. içten içe ''istenmeyen çocuklarını aldırınız, kürtaj fena fikir değildir, yoksa sizin de çocuğun da hayatı kayar'' düşüncesi ima ediliyor. çocuk istismarı üzerinde durulsa da bazı sahneleriyle zihinlerde ''acabaaaaa?'' baloncuğunun oluşmasına neden olabiliyor.

konudan da anlaşılacağı üzere +18 ibaresinin yetersiz kaldığı, aileyle birlikte kat'iyen izlenmemesi gereken [mümkünse yalnız ve gecenin bir yarısı izleyiniz], müzikleri ve birçok orijinal sahnesiyle birden çok izlenirliği olan sarsıcı bir film.


14.2.10

Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler)



senelerdir kitaplıkta öyle dururdu uğultulu tepeler. şu antik dünya klasikleri adıyla bilinen yeşil ciltli kitaplardan. hatta şu an görüş mesafemde. birkaç kere okuma girişiminde bulunmuş, 10. bilemedin 20. sayfada bırakmıştım. biraz okusam saracağını bildiğim halde yeterli azmi gösteremedim. o da benim kepazeliğim olsun. neyse ki film uyarlaması var, hatta 7-8 farklı uyarlaması var, hatta ve hatta ''cülyet binoş'' başrolde. daha ne olsun? daha ne olsun?

93 yapımı filmin (ve dolayısı ile kitabın kjhkdf) konusuna kısaca değinirsek, 1800'lü yıllarda geçiyor olay. ingiltere'nin soylu ailelerinden birine bir gün liverpoollu bir çingene getirir evin beyi. acıdığından evlat edinir ve heathcliff adını verir ona. baba kısa zaman içinde öbür diyara göç eyleyince bizim oğlan itilir kakılır 'abi'lerince. ancak evin küçük kızı catherine onla arkadaş olur, çoook iyi bir arkadaş hem de.



catherine öyle küçük kalmaz tabi. serpilir, afet olur ve gönlü heathcliff'te olmasına rağmen başka bir adamla evlenir ve o çevrenin en itibar edilen hanımı olur. bizimki 2 sene kadar ortalıklarda görünmez. kendisini hep hakir gören ve karısı doğum yaparken ölünce tırlatan 'abi'sinin yanına gider ve ne yaparsa yapar, voleyi vurur. uğultulu tepeler'in yeni beyi olur ve bir takım intikam oyunlarına girişir...

mal gibi anlattım evet; fakat olay örgüsü bir parça karışık. kim linton kim earnshaw karışıyor. izleyince akıyor yani şey değil. ancak şunu da gördüm ki juliette binoche, kadınlara özgü bir din varsa şayet, o dinin tanrısıdır. allah var, başka da bir şey diyemem.

13.2.10

Noi Albinoi (Buzdan Hayaller)


yolumuz bu sefer uzak bir memlekete düştü: izlanda
izlandalı yönetmen dagur kari'nin 2003 senesinde çektiği bu düşük maliyetli film izlanda'nın ne idüğü belirsiz küçük bir kasabasında, bir fiyortta babaannesi ile birlikte yaşayan 17-18 yaşlarında albino hastası, radiohead'in efsane şarkısı paranoid android'in klibinde sürekli bereyle gezen tipin tıpatıp aynısı, zeki olmasına karşın çevredekilerle son derece uyumsuz, okuldan atılan, herhangi bir işte dikiş tutturamayan, aşık olan, kimsenin ondan kötülük beklemeyeceğini bildiği halde banka soymaya kalkan ancak bunu da eline yüzüne bulaştıran, boş zamanlarında evde kimsenin bilmediği mahzen gibi bir yerde takılan, kasabanın kitapçısının kızıyla çoook uzak diyarlara; buz mavisinden, kumsal sarısına kaçmak isteyen noi isminde bir oğlanın hikayesi.


çok değişik bir tat bıraktı bende açıkçası. hoş ama bir o kadar da mayhoş. belki de yıl-12 ay kara, buza, soğuğa, beyaza, maviye, buz mavisine alışık olmadığımdan öyledir; ancak kış pılını pırtını toplayıp gitmeden izlenmesi gereken ve aslında kara mizah kategorisine dahil edebileceğimiz bir film. ciddi sevdim, birden çok izlenebilirliği olan filmlerime bir yenisini kattığım için sevinçliyim :/

11.2.10

Trois Couleurs: Rouge (Üç Renk: Kırmızı)



polonyalı yönetmen kieslowski'nin ''üç renk'' üçlemesinin son parçası (ve en güzeli bana göre) 1994 tarihli kırmızı'yı uzun süredir izlemek istiyordum ki kısmet bugüne imiş. diğer beyaz ve mavi'yi televizyonda izlemiş ve sinema denen şeyden heyecan duyduğumun farkına varmıştım. film hakkında fazla 'spoiler' vermeyeceğim; genel olay örgüsünü özetleyip bu büyük keyfi sizlerin de yaşamasını isterim çünkü.

valentine; mankenlik yapan, reklam çekimlerine katılan, cenevre'de üniversite okuyan genç ve güzel bir kadındır ve iş için başka bir ülkede bulunan bir sevdiği vardır. valentine, adama ne kadar yanık olsa da adam işleri yokuşa sürmektedir ve adeta kadın kahramanımızı baskı altına almaya, evden çıkmamaya zorlamaktadır.

valentine'nin birkaç bina ilerisinde de bir hukuk öğrencisi yaşamaktadır. görünüşte o da mutlu bir ilişkiye sahiptir. birbirlerinin her anlamda 'ruh eşi' olan müstakbel hakim auguste ile valentine birbirlerine sürekli teğet geçmektedirler aynı muhitte yaşamalarına rağmen.



bir defile sonrası valentine arabasıyla evine giderken bir köpeğe çarpar, köpeğin tasmasından sahibinin evine gider. gittiği evde -ki kendi evine yakın bir yerdir burası- karşılaştığı manzara onu dehşete düşürür. sonradan öğreneceğimize göre emekli hakim bay joseph kern kurduğu sistemle çevredeki evlerin telefon konuşmalarını dinliyordur. ve tabi valentine'nin ve dahi auguste'nin.

ikili her ne kadar başta çekişseler de kısa sürede bu baba&kız ilişkisine döner. çünkü ikisi de buna hasrettir. huysuz ihtiyar bu sayede hayata biraz daha değişik bakmaya başlar ve valentine'ye aradığı aşkın ondan çok uzakta olmadığını ima etmeye çalışır...

eeeööö. devam edecektim anlatmaya; lakin limon bazaar'dan aldığım dandik dvd, filmin %80'inde takıldı. neyse şöyle diyeyim, filmin sonunu getirmesem de bu kadarı bile yetti. filmin her zerresine işlemiş bir kırmızı rengi hakim. ortamdaki renklerin uyumuna daha değişik gözle bakmaya zorluyor insanı. fransa bayrağındaki renklerden hareketle mavi, özgürlüğü; beyaz eşitliği; kırmızı da kardeşliği temsil ediyor ki burada kardeşlik menfaat ilişkilerinden bağımsız olarak da başka birine yardımda bulunulabileceği gibi bir yorum içeriyor. benim dikkatimi en çok çeken hususlardan biri de filmde çokça telefon ögesine vurgu yapılması; ancak onun daha ziyade bir 'iletişimsizlik' aracı olarak takdim edilmesi oldu.

yönetmenin neredeyse tüm filmlerine gene onun memleketinden zbigniew preisner müzik yapmış, çok da iyi yapmış. hani film zaten muhteşem de müzikler de ayrı güzel.

gidip kutsal damacana itmen'le, şunla bunla ruhuna tecavüz edilmesine müsaade etmeyiniz de şu adamı tanıyınız. avrupa sineması güzeldir arkadaşım, bildiğin güzeldir.

gariban adamın üçlemesi de böyle oluyormuş demek.



10.2.10

kefenin kundaktan farkı, ondan birkaç metre daha büyük olması ve birinde kollarınızı, ayaklarınızı isteseniz de hareket ettirememenize rağmen diğerinde dünyalar sizin olsa bile hareket edememenizdir.

ikisi de şekil itibariyle birbirinden çok farklı olmayan beşik ve mezar için gerekir.

ancak ikisine giden yol, yine onlardan çok da farklı olmayan başka bir bezden geçer: gelinlik

ve en nihayetinde, üçü de aynı kaderi paylaşır: gözyaşıyla ıslanmak

veya metallica şarkısı gibi: to live is to die

9.2.10

bedava

güneş'in doğuşunu seyretmek bedava.

çocuk parkından gelen cıvıltıları dinlemek bedava.

güzel bir çehreye bakmak, sevap kazanmak bedava.

kırmızı bir balonun gökyüzünde salınışını izlemek bedava.

kar yemek, yağmur suyunun tadına bakmak bedava.

iğde kokusu taşıyan ılık rüzgar bedava.

yüzyıllık bir ağacın gövdesine sarılmak bedava.

türkü tutturarak şiir yazmak, ıslık çalmak bedava.

gecenin bir yarısı şehrin herhangi bir bulvarında aylakça dolaşmak bedava.

zeytinin tadı değil belki; ama yeşili bedava.

bulutları bastonlu yaşlı bir adama ya da bir makasa benzetmek bedava.

yeni sulanmış çimen kokusu bedava.

denizde taş sektirmek bedava.

leyleklerin pembe, kirazın mor, kahvenin lacivert olduğunu hayal etmek bedava.

...

hayat pahalı mı?
hem de nasıl; ama hayal kurmak, avunmak bedava.

...

bir gün, belki.